2015’deki büyük mülteci krizinden sonra tekrar ama farklı bir şekilde yeni bir mülteci dalgasının dayanılmaz olasılığı ve hatta dehşeti sarsıyor Avrupa’yı. Zor bir konu ama üzerinde bazı fikirler belirtmek dışında aslında ortak düşünme ve tartışmayı amaçlıyor yazım. Dikenli yollarda fikir belirtmek gelebilecek uç yargılara da ‘hoşgeldin’ demektir bir bakıma; ama dikenli yollar hakkında düşünenler uç yargılara maruz kalmayı da göze almalılar.
Giriş babında hayat boyu hem kaçtığımı hem de sevdiğimi belirtmek istediğim Hegel’e biraz değinmek isterim. Kaçma nedenim, felsefesinin ağırlığı ve saf-düşünce temelinde spekülatif olmasıdır. Sevmem ise müthiş zekası ve analitik yeteneğinden kaynaklı… Hegel, Lacan, hep böyle; hatta Zizek de. Katılmasanız da seversiniz; bir değil birçok etkileri mevcut kalır okudukça.
Hegel, Aydınlanma’nın aslında insan kibrinden kaynaklandığını ve bunun sonunun nihilizm olacağını söyleyen Jacobi’yle hesaplaşma babında yazmıştır Tinin Fenomenolojisi’ni; en azından Terry Pinkard’a göre. Ben de bu görüşe katılıyorum çünkü kendi kendini azaltan ve ortadan kaldıran bir kuşkuculuk üzerine kurgulanmıştır Fenomenoloji ki böylelikle aklın öne sürdükleri sağlam bir şekilde gerçekleşsin. Aslında bu da bir nihilizmdir ama insanlığı yok etmeyi hedeflemeyen türden!
Şu andaki mülteci krizinde yapılan da bu akılcılığa, ussallığa tamamen aykırı bir biçimde gidiyor. Mültecileri değersiz ve gerektiğinde kullanılacak şantaj metaları haline getiren bir ülkenin politikalarına karşı, Yunanistan’ın acımasız tavırları eklenince utanılası manzaralar çıkıyor önümüze; kaçınılmaz ölümler ya da bir çocuğun gözlerindeki korku, dehşet, umutsuzluk gibi…
Ve Avrupa’da yaşayan anti-faşistler ve duyarlı insanlar da mültecilere destek eylemleri yapıyorlar. Samimiyetlerinden hiç kuşku duymadığım ve gönül bağımın, yoldaşlık bağlarımın kuvvetli olduğuna inandığım bu insanların tutumu beni ilgilendiren. Bugün sorunumuz, neyin doğru neyin yanlış olduğunun ötesinde bir yerde; neyi, nasıl yapacağımız, yapmamız gerektiği sorunu.
Bazı sorular geliyor akla, kaçınılmaz olarak. Onlardan bazılarını sunarak devam etmek istiyorum.
- “Mülteciler gelsin!” diyoruz. Nedir bunu dedirten bizlere?
- Geldiklerinde ne oluyor? Çok mu insani biçimde yaşıyorlar? Ne olanaklar sunuluyor kendilerine?
- Neden insanlar mülteci oluyor? Mülteci olmamaları için ne yapılıyor?
- Bu son yaşanan krizde, mültecileri getirten savaş politikaları değil midir? Bu krize yol açanlar utanır mı, sevinir mi, kızarır mı, gülümser mi mülteciler gelirse?
- Mültecilere yardım yerine, neden savaşın sona erdirilmesi karşılığında kendi yurtlarında yardım edilmesi ‘dayatılmaz’ devletlere, AB’ye?
Öyle görünüyor ki, bize mültecilerin ‘hoş’ gelmesini söyleten, ‘insan hakları’ ve ‘dayanışma’ duyguları. Amenna! Ancak, davranışsal, etki-tepki mekanizmaları ötesine geçebilen tek türüz insanlar olarak. Bu slogan, davranışsal bir tepkinin sınırları içinde kalmakta gibi daha çok.
Geldikleri zaman ne bekliyor mültecileri?
Avusturya’daki Yeşiller Partisi dahi ‘küçük’ kamplar yapılmasını savunmadı mı? Sahayı gezmiş olan bir dostum, Yunan adalarında, 200 kişilik yerlerde 5.000 mültecinin nasıl yaşadığını aktarmıştı bana. Romantik güzellemeler, bireysel çabalar ve davranışlar, örtükleştirmemeli bu genel yaşam şartlarını. Avrupa’nın ana teması ‘entegrasyon’ temelli asimilasyondur; ya çarkın dişlisi olur insan, ya da geçmişi ne olursa olsun bir ‘hiç kadar değersiz’. Kalifiye gelen genelde iyi yaşar; bu çok doğru. ‘İyi’ ne demekse.
Son olay özgülünde, mültecileri sandıklarının ötesinde bekleyen zor yaşam koşulları dışında, neden politikalar insanların mülteci haline gelmemesi için yapılmıyor? ‘Savaşa hayır’ şiarı ile ortalığı inleten bizler, neden insanların kendi ülkelerinde kalmalarına yönelik şiarları güçlendirmiyoruz? Burası tam da bam teli. Mülteci, geldiği zaman, hoş gelir, sefa verir ancak bu sefer, farklı bir politikası var egemenlerin. Farklı politikalara karşı aynı şablonlar uygulanmamalıdır oysa. Bugün sorun, mültecilerin yollarının kesilmesi ve sınır kapılarının açılmaması olduğu kadar, bir meta gibi zorla gönderilmelerini de içermektedir. Bu anlamda, onların gönderilmelerine karşı çıkmak da gerekli bir politikadır. Kendi ülkesine giriş yaptırmayanların, kapıları açmayanların, bir meta gibi başka ülkelere zorla mülteci göndermeye kalkması ve bunu uluslararası anlaşmalara aykırı bir biçimde yapması atlanacak, önemsiz bir konu değildir. Stalin’in başka bir bahiste belirttiği gibi, ikisi de birbirinden kötü! Mültecilerin zorla, bir şantaj malzemesi gibi gönderilmeye çalışılmasına karşı çıkmak da bu anlamda esaslı bir duruştur.
Bu esaslı duruşun birincil çelişkiye bağı ve birincil çelişkiyi ortaya koymak daha da önemlidir. Birincil çelişki ise, hiç mülteci olmamasına yönelik çalışmadır. Bu nasıl mümkün olur? Suriye’de savaşın sona erip, anayasal bir düzenleme ile eşit yurttaşlık haklarının demokratik haklar esasında sağlanması ile. Bu da mültecileri başka ülkelere gönderme ile değil, bilakis yurtlarına, özgür toplumun bireyleri olarak göndermek ile mümkün olabilir.
Mevcut hali ile, Zizek’in ‘yamuk bakma’ tekniği(!) ile söylenecek olursa, sadece mültecilerin Avrupa’ya gelmesini talep etmek çok yetersiz bir talep olmaktadır. Bu insanlar zeten mülteci konumundadır ve Yunanistan’daki bir mültecinin, Türkiye’dekinden daha iyi durumda olduğunu iddia etmek çok büyük ispatlar da gerektirir. Ayrıca, talebi bu şekilde sınırlamak, ne Suriye’deki dramın bitmesine katkı sağlar ne de yeni göçlerin engellenmesine. Mültecileri zorla göndermek isteyenlerin de böyle bir durumdan kendilerini ayıplamaya bu yapılandan utanma gibi bir duygu yoğunluğu yaşamayacakları aşikar.
Bir başka gözden kaçan husus ise, mülteci politikalarını şablonlar halinde dile getirmenin, Avrupa’da yükselen ırkçı ve faşist düzenlere destek sağlamasıdır. Bugün, 2015’deki dalganın Avrupa’daki sağı nasıl daha da radikalize ettiği ve politik kazanımlar elde etmesine yol açtığını kabul etmemiz gerekir. Biraz Zizek’in dediği gibi, tünelin ucundaki ışığın üzerimize gelen trenin farları olduğunu kabul edecek ‘umutsuz olma cesareti’ni göstermek gerekiyor. Kısacası, zor durumun zorluğunu idrak etmek ve dile getirmek bizi cesaretlendirmeli!
Peki, ne yapmalı?
Zor olan ne ise onu: mülteci üretmeyen bir toplumsal yapı için bastırmalı. İnsanların kendi yurtlarında demokratik ve özgür bir ortam içerisinde yaşamaları için talepte bulunmaya devam edilmeli. Avrupa’daki hükümetlere ‘bırakın mülteci sorunu ile yaşamı boğmayı; Suriye’nin içindeki savaşı durdurun’ diye baskı yapılmalı. AB’nin bu konudaki politikasını teşhir etmeli; ne maddi ne manevi yardımda bulunan bir topluluk ve halklara biraz da Marx’tan esinti ile söylersek ‘kendilerini utandıracak’ politikalar üretilmeli. Bu potansiyel Avrupa’daki anti-faşist hareketlerde mevcut; ancak bu potansiyelin harekete geçebilmesi için doğru okumalar yapmak gerekiyor.
Yukarıda girizgahta Hegel’in Fenomenoloji’sinden bahsettim. Şimdi tamamlayabilirim neden Hegel’e değindiğimi. Her şeyi düşüncede kilitlese de, Hegel’in dahiyane bir toplum okuması var (evet, hatalar dolu ama dahiyane; böyle bir paradoks). Özne, tanınmak (Alm. Anerkennung) ister; öznelerarası ilişkilerde bu çok önemli bir noktadır ki aslında Freud’un ve Lacan’ın psikanalitik literatüründeki rolü yadsınamaz ‘tanınma’nın. Hegel, Aydınlanma’nın önceki dini toplum tarafından tanınmadığını ve böylelikle parçalara ayrılmış toplumsal yapıların oluştuğunun altını çizer. Bunların yerine evrensel bir yapı olarak ve yeniden okuma ile Hristiyanlığın bunu çözebileceğini önerir. Çözüm önerisi de, Fransız Devrimi’ne karşı Napolyon’un evrensel düşüncenin sembolü olduğunu ileri sürmesi de hatalardır zira sınıfı, ezilenleri ve bunların maddi hayatta filizlenen ve gelişen düşünsel etkilerini pas geçmiştir. Ancak içerikteki hususlar, yani “tanınma” ve “evrensellik” önemlidir. Hegel, bir anlamda doğru kavramlar önerip yanlış maddi tespitler yapmıştır. Marksizmin en önemli yanı bu hataları ortaya çıkarmış olmasıdır.
Buradan düşünsel yaşamımda en önemli yerlerden birini tutan Murray Bookchin’e ve onun diyalektik doğalcılığına geçmeden, ussallığın diyalektik ele alınmasının önemini ve bu temelde hareket edilmesinin önemine değinmek istiyorum yalnızca. Bookchin, Toplumsal Ekolojinin Felsefesi’nde, aksi belirtilmedikçe ussallığın diyalektik ve seküler akılcılık olduğunu ifade eder.
Bugün yaşanan mülteci krizinde, anti-faşist her kesimin de bu ussallığa ihtiyacı vardır. Spekülatif, yalnız izleyici olarak kalan ya da şablonlar temelinde şekillenen roller değildir önerilen. Metodoloji, politika ve talepler, günümüzde giderek giriftleşen toplumsal yapı ve yükselen teknoloji destekli faşizmin karşısında diyalektik bir akılcılığa, yaratıcılığa, yeniliğe sahip olmalıdır.
Amaçlara ulaşmak, olguları doğru analiz etmek ve hakikati doğru anlamaktan geçer. Herkesin hakikati farklı oluyor gerçi ama benimkisi bana yanlış mülteci politik taleplerinden, en çok Avrupalı faşistlerin nemalandığını gösteriyor. Muhalif kesimler taleplerini hem Suriye’deki savaşın bitmesi ve halkların hakları temelinde gerçekleştirilen bir anayasa birincil çelişkisi temelinde hem de bunlara destek olacak şekilde Avrupa ve Türkiye’deki politikaların şekillendirilmesi bütünlüğünde dile getirmelidir. Türkiye’ye sadece Türkiye’den bakmak, keza Avrupa-merkezci insan haklarına saplanmak gibi eksenlerde dönen talepler hep bir yanı eksik kalan önermeler içerecektir.
En içten selam ve sevgi ile.
Orijinali 9 Mart 2020’de Gazete Karınca’da yayınlandı. https://gazetekarinca.com/2020/03/multeci-krizine-yamuk-bakmak-ve-bir-kac-metodolojik-onerme/