Hitler’in son günlerini anlatan Çöküş filmini uzun zaman önce izlediğimde en çok dikkatimi çeken sahnelerden birisi de Rusların ilerlemesi karşısında sıkışan ve son mevziye yerleşen Nazi subaylarının kendi aralarındaki konuşmaları idi. İçlerinden birisi teslim olmayacağını ve ikinci kez yenilgiye tahammül etmeyeceğini söylüyordu. Dünya şanslıydı; ikinci kere yenildiler. İttihat ve Terakkicilerin en büyük travmalarından bazıları da Balkan Savaşları ve Selanik’in düşmesidir. Kısa bir sürede bozguna uğramış bir orduyu ve düşen bir hürriyet kalesini (Selanik) tecrübe etmişlerdir. Bunların acısını çıkaracakları, o sıralarda şekillenmekte olan anayurt özlemine dair sınırların içinde kalan kurban mevcuttur: Ermeniler.
Tarihte zorun somutlaştığı zorbalıklardan birisi de soykırımcılıktır. Bir süreç olarak baktığımızda, ulus-devletlerin oluşumunda nasıl bir tarih anlayışı izlendiğini görebiliriz. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşündeki nedenlerin en başında ulus-devlet ve milliyetçilik akımlarının oynadığı rol anlatılır; ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu söz konusu olduğunda ulus-devlet kutsanır. Bununla birlikte, kendi ulus devletine sahip olmak isteyen ulusların talepleri vatan hainliği ve bölücülük olarak öğretilir. Bu kadar inişli-çıkışlı, kendi içinde tutarsız bir tarih anlayışı ancak ulus-devlet fetişizmini yaşayan ve yaşatan ideolojilerin eseri olabilir.
Bu şekilde Ermenilerin kendi ulusları için olan talepleri, yeni ulus-devletlerin oluşumu sürecinde o dönemin faşizan ulusalcıları tarafından insanlık tarihinin en büyük zorbalıklarından birisi icra edilerek bastırılmıştır. Bugün hala yüzleşmesi gerçekleşmeyen bir zorbalık. Bu yüzleşme olmadan soykırımcılığın, talanın anlamını, yarattığı travma ve acıları dahi bilmeyen bir toplum yapısı oluşur. Oluşmuştur da. Bugün Türkiye’deki bir çok insanın Ermeni soykırımını kabul etmemesinin temel nedenlerinden birisi de bu yüzleşmeme durumundan kaynaklanmakta.
Malum, 24 Nisan 1915, zorunlu göçün başladığı tarih değil. İlgili tarih, daha önce yapılan hazırlıklar neticesinde Dahiliye Nezareti’nin (İçişleri Bakanlığı’nın) genelgesinin tarihidir. Bu genelge, Ermeni örgütlenmelerinin kapatılması, liderlerinin tutuklanması, ‘zararlı faaliyetler’de bulunan Ermenilerin tutuklanması ve bulundukları yerlerden başka bir yere götürülerek orada toplanmaları gibi direktifler içermektedir. Keza 26 Nisan 1915’te de Harbiye Nezareti (Genelkurmay Başkanlığı) ve ordu komutanlıklarına da bu sefer Başkumandanlık tarafından benzer bir genelge gönderildi. İlgili genelgede de mülki memurlar talep ettiğinde her türlü yardımın verilmesi yer alıyordu. 24 Nisan 1915 olacaklara ait somut bir adımı temsil etmektedir. Sonrası malum; Ermeni aydınların tutuklanması, Çankırı’da zorunlu ikamet, tehcir, katliam, talan ve soykırım. Soykırım tarihlerine karşılık da ulusal bayram ilanları da buna karşı bir hamledir ve soykırım suçları ve acılarını gölgelemeyi amaçlar (sınırlar içinde başarmıştır da).
Bu soykırım, her ne kadar İttihat ve Terakki komitacıları tarafından tezgahlanmışsa da, aslında mevcut olan ve sonradan yönetime daha da katmerli hakim olacak hakim ulus (ezen ulus) anlayışını oturtmak isteyen bir anlayışın işlemiş olduğu kitlesel bir insanlık suçudur. Tıpkı Süryanilere yapılan Seyfo soykırımı gibi. Bugün bu soykırımın tanınmaması mevcut bir ikiyüzlülüğe son derece uygundur. Türkiye’deki iktidar ve muhalefetin bir anlaşması gibidir hakim olan. Ne sol zannedilen CHP’nin ne de ulusal, liberal, faşist vs. partilerin işine gelir soykırım ve insan haklarının sürekli ve sistematik olarak çiğnenmesi.
Soykırım bir anlık öfkenin ürünü değildir; sistemli bir çalışma ve ince ince dokunan, acımasızca insana kıyılan bir politikanın sonucudur. Yukarıda belirttiğim Balkan Savaşları ve Selanik travmalarını bu anlamda öfke patlamasına yol açan nedenler olarak ve psikolojizme götüren bir tespit olarak değil, soykırımın uygulanarak hakim bölgelerin kurulmasının mümkün olduğu ve olmadığı yerlerin oluşması açısından okumak uygun olur.
Daha önce Gazete Karınca’daki bir yazımda belirtmiş olduğum gibi Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sanıldığı gibi bir devrim değil, çökmekte olan imparatorluktan ulus-devlete geçme sürecidir. Cumhuriyetin ilk İçişleri Bakanı olan Ahmet Ferit Tek’in Osmanlıcılık ya da Türkçülük anlayışlarından birinin nasıl oportünist bir şekilde kullanılabileceğini belirtmiş, siyasi konjonktür nasıl gerektiriyorsa ona uygun(!) ideolojinin uygulayıcılarından birisi olduğunu da belirtmiştim. Malum, Fikret Başkaya Hoca’nın Paradigmanın İflası: Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş kitabında bu geçiş süreci başka bir çok çarpıcı örneklerle ortaya konulmuştu. Evet, Türkçü, Kemalist devlet, kaba pozitivist anlayış, diktatörlük içinde seçkinlerin oturtmaya çalıştığı elitist modernizm ve laisizm gibi işlevlere sahipti; ancak bu anlayış da, Kemalist devletin oluşumu gibi İttihatçı mirastan yiyordu. Ne özgürlük ne de eşitlik şiarı vardı.
“Ermeni soykırımı bu geçiş sürecinin başlangıç dönemini destekliyor” önermesi, sonraki süreçte yaşanan bir çok dram ve katliam tarafından desteklenmektedir. Dersim’de yapılan 1937-38 soykırımı, 1942 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 katliamı ve nicesi iktidar partisi ayrımı yapmak mümkün olmaksızın resmi ideolojinin acımasız katliam ve talanlarını ortaya koyuyor. Bugün Demirtaş, Yüksekdağ ve diğer bir çok milletvekilinin, belediye başkanının tutuklanması, siyasi mülteciler, halkın öz yönetim hakkının somutlaşabileceği alan olan belediyelerin gaspı, Grup Yorum üyelerinin karşılanabilir taleplerinin dikkate alınmaması, insanların ölüme yollanması, öğrencilerin ve emekçilerin tutuklanması, HDP ve bir çok toplum örgütünün demokratik taleplerine tutuklama ile cevap verilmesi ile Ermeni soykırımının altında yatan nedenlerin besin kaynağı aynı ideolojidir. Dün Ermenilere yapılan, bugün sürekli kültürel soykırımın da eşliğinde Kürtlere yapılmaktadır.
Dünyada soykırımların tanınma ve tanınmamaları da bununla ilgili; Lemkin’in soykırım tanımı yaparken ele aldığı iki örnek Ermeni ve Yahudi soykırımları iken neden Yahudi soykırımının tanındığını ve Ermeni soykırımının geçiştirildiğini işlemek lazımdır. Bu konuda emperyal devletlerin ikiyüzlülüğünü görmezden gelmemeli, ortaya koymalıdır konuyu araştıranlar. Bugün Almanya hala sömürgeci ülkelere fütursuzca silah satışı yapabiliyorsa, Kürtlerin mücadelesi uluslararası arenada hasıraltı ediliyorsa bunların nedenleri de sadece iki ulus, iki ülke vesaire çelişkileri ile açıklanamaz. Sömürgecinin sömürgeci ile dengesi ve çelişkisine uzanan analitik değerlendirmeler gerekir.
Soykırım ve ulusal mücadelelerde yaşanan temel sorunlardan birisi de hakim ideolojiye ‘içeriden bir ses’in çıkmaması ya da bu sesin çok cılız çıkmasıdır. Sanatın, edebiyatın, felsefenin, sinemanın, düşüncenin yükseldiği anlar ile toplumsal dönüşüm paralel gidiyor, geçen gün sevdiğim bir dostumun bulunduğu bir tespitteki gibi. Oysa bizde, sanat, edebiyat, sinema alanında Kürtlerin dışında onlarla dayanışma içinde olup resmi ideolojiyi eleştirecek kimse yok denecek kadar az. Eleştirmeyip suskun kalmayı anlıyor bazen insan da farkında olarak ya da olmayarak resmi ideolojinin yanında yer alıp kendisini devrimci, demokrat vesaire tanıtanların durumu felaket aslında. Efendiye köle olduğunu haykırmak, otoritenin karşısında zorla ya da gönülden tebessüm etmek ne rahatsız edici bir şey olsa gerektir! Kültürel soykırımın parçası olmak tam da budur. Ortak hareket vesaire ucu açık lafların karşısında duran çarpıcı bir gerçek vardır oysa: ortak acılar yaşanmamaktadır ki ortak hareket olsun. Birisinin sevdiğinden diğerinin nefret ettiği, birisinin yaptığına diğerinin duyarsız kaldığı iki ayrı toplum ve bölünmüşlük vardır. İnsanlar daha güzel bir gelecek ve toplum için kendi ortamlarına ve şartlarına göre hareket eder; suni ortaklık ve direktif benzeri kuru dayanışma sözleri ile değil. Dayanışma, diğer ulusun tercihlerini şartsız desteklemekten geçer. Ortaklık, kardeşlik gibi kavramlar, diğer ulusu asimile etmeyi içeren bir hale çok kolay gelebilen sözcüklerdir.
Haliyle, Türkiye’de Sartre gibi aydın çıkaramama sorunu var. Hangimiz soykırıma uğramakta olan veya uğramış olan halkların dramını onların ağzından, eserlerinden öğreniyoruz? Yoksa savunma durumuna geçip vatanın korunduğunu haykırıp sesi ve çığlığı mı bastırıyoruz? Onların ürettiklerinden haberdar mıyız? Yoksa kendi üretimsizliğimizin çukurunda onları ‘nasıl olsa’ üretemezler olarak mı görüyoruz?
Başlığı, dikkatinizden kaçmamıştır, Barış Ünlü Hoca’nın Türklük Sözleşmesi kitabından esinlenerek koydum. Bu soykırımlara karşı durmanın tek yolu, nerede olursa olsun kültürel asimilasyona ve köleliğe toptan karşı çıkmasıdır toplum ve bireyin. Bugün Kürtlerdir hedef; haliyle Kürtlerin asimilasyon politikalarına her birey bazında karşı çıkması elzemdir. Her koşulda kendi dillerini konuşmalı, kendi kültürünü yaşamalıdırlar. Türkçe bilmeyen anaların Kürtçe bilmeyen evlatları durumuna bizzat dillerini, kültürlerini öğrenerek karşı durmalıdırlar.
İnsanın ve toplumun değeri, toplumsal miras ve değerlerini yaşadığı ve yaşattığı ölçüde değerlenir. Türk ve diğer aydınların dayanışması, Kürtlerin Türklük Sözleşmesi’ni ellerinin tersi ile itebilmelerine katkı sağlamak şeklinde anlamlanır.
Madem Sartre’dan bahsettik; Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı meşhur ve bir o kadar da anlamlı önsözünden şu bölümü paylaşalım: “Bu savaşı kınıyorsunuz, ama henüz Cezayir savaşçılarına desteğinizi açıklamaya cesaret edemiyorsunuz; korkmayın, kararınızı verme konusunda sömürgecilere ve paralı askerlere güvenebilirsiniz. Belki o zaman, sırtınız duvara yaslanmışken, yeniden ısıtılmış eski suçların içinizde uyandırdığı bu yeni şiddeti nihayet serbest bırakacaksınız. Ama, böyle denir ya, başka bir tarih bu. İnsanın tarihi. Vakit yaklaşıyor, eminim; bu tarihi yapanların saflarına katılacağız.”
Biz de umalım ki bir gün yaşanan ve süregiden soykırımlara karşı ‘içeriden’ de bir ses çıksın. Bunun için korkunun yanı sıra, resmi ideoloji ve hakim kültür ile bir hesaplaşma da gerekmekte. Bunu yapamayanlar, korkusuz olsalar da resmi ideoloji borazanlığını sol veya sağ cenahtan yapan bildik insanlar gibi olacaklardır. Sömürüye, soykırıma, talana karşı çıkmak ciddi bir çaba gerektiriyor ve bizler bugüne dek bunu yapamadık (Kürt olmayanlar olarak).
Ermenilere yapılan soykırımı bir kez daha lanetliyorum. Soykırımın politika ötesinde toplum ve insanın vicdanında hissedilen bir insanlık suçu olarak algılanmasına kadar soykırımları, zulümleri, talanları, insanlık suçlarını teşhir etmeye devam etmeliyiz. Ta ki yeryüzü bu beladan arınana dek.
Covid-19 virüsü biyolojik olarak hasar verdiği için ve öldürücü etkisi ile sarsıyor. Psikolojik, toplumsal sorunlar ise yer ediyor, kalıcılaşıyor. Oysa en tehlikeli virüsler onlardan çıkıyor: ırkçılık, faşizm, sömürgecilik gibi.
Bu virüslere karşı çıkanlara, dayatılan sözleşmeye uymayan cesurlara selam ederim.