Çerkesler çoğunlukla kabul edilen tanımı ile Kafkas dağlarının kuzey yamacında yaşamış olan hemen hemen tüm kabilelerin adıdır (Lyulye, 2010). Lyulye, bu kabilelerin kendilerini Adige olarak adlandırdığını belirtmektedir. Çerkes (Adige) kavmi ise Abadzeh, Şapsuğ, Nadkuac, Kabartay, Besleney, Mohoş, Kemguy, Hatukay, Bzedug ve Jan kabilelerinden oluşmakta idi. Bir çok konuda olduğu gibi bu listenin de üzerinde yüzde yüz anlaşılan bir kabile listesi olmadığını, isimlerinin telaffuz dolayısı ile değişik şekilde yazılabildiğini, ‘gerçek’ Adigeler olarak Kabardey, Besleney, Temirgoy, Hatukay ve Heğaykları kabul edenlerin olduğunu da ekleyelim (ör. Lyulye, 2010 s. 44).
Ben bu yazıda Çerkes soykırımına giden yol ve sömürgecilik anlayışının altını çizmeye çalışıp günümüz ile bağlantı kurmaya çalışacağım. Öncelikle Çerkeslerin soykırıma giden yolda nasıl bir yaşam sürdüklerini ana başlıklar altında özetleyelim:
- Komünal denilebilecek, dayanışma esaslı bir yaşam. Öyle ki, kabilelerarası bağın korunması ve gelişmesi için çocuklar diğer kabilelerin yanında yetişmeye gönderilebiliyordu
- Barış yanlısı, işgale karşı çıkma yanlısı, Rusların içinde konum elde edip barışa katkı sağlayabileceğini düşünenler ya da kendi içindeki sorunlarla ilgilenip dış sorunlara karşı çok da duyarlı olamayan kişi ve toplulukların bir karması mevcut. Hali ile tek bir profil yok.
- Haselerde (halk meclisleri) tartışılıp alınan kararlar; yüzyüze, katılımcı bir geleneği ifade eder.
Richmond (2018), 1736-39 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında yapılan Belgrad Anlaşması’nda her ne kadar Rusya ve Osmanlı’nın Kabartayların içişlerine karışmaması şeklinde bir hüküm olsa da, aslında bunun Kabartayların iki tarafa karşı da savunmasız hale geldiğini ifade eder. Kabartayların bu barış anlaşması masasında olmadığını özellikler belirtelim ki masada olmayanın kazançta da olmayacağı daha net görülebilsin. Bu yaşanılanlar, 1500’lerden beri Rusya ile müttefik olan Kabartayların artık müttefik değil, potansiyel tebaa olarak görülmesinin de izdüşümüdürler. 1763’den itibaren de Kabartayların daha iyi kontrol edilmesi için Mozdok Kalesi ve işgal sürecini hızlandırmak için stanitsaların (yerleşim birimleri) inşa edildiğini belirtelim. Tüm bunların Kabartayların göç yollarını sınırladığını ve sonra da yok ettiğini de. 1803’de Çar 1. Alexander tarafından albaylığa terfi ettirilen Atajukin’in (öncesinde de affedilmişti) Rus-Kafkas ilişkilerinin geliştirilmesi amacına hizmet edeceği umuluyordu. Ancak, Rus tarihçileri tarafından pek beğenilen Tsitsianov gibi birisinin 1802’de Kafkasya Başkomutanı olması bu barış çabalarının mümkün olmasına müsaade etmeyecekti. Tsitsianov, Asyalıları aşağılanma talep edenler olarak görür ve sefere çıkmadan önce göz korkutucu ve alçaltıcı hem de kışkırtıcı ifadeler kullanır (Potto, 1993 Richmond 2018 s.18’de geçtiği gibi). Tsitsianov’dan sonra başkomutanlık görevine gelen Bulgakov’un da Atajukin’e özel bir nefret duyduğunu ve Tsitsianov ile kronik hale gelecek olan nefret, aşağılama ve vahşet odaklı politikaları olduğu gibi devam ettirdiğini belirtelim. 1804’de Kafkasya’yı derinden etkileyen salgına karşı önlem olmak ve halka yardım etmek yerine salgın ile birlikte acımasızca ölüm kusar Rus orduları. Kabartay ve diğer Kuzey Kafkasya halkları için artık direnmekten başka bir çare kalmamıştır. Bunu bu duruma getirenin, kesin zaferden emin olan ve soykırımdan çekinmeyen Rus İmparatorluğu olduğunun altını çizmek faydalıdır.
1853-56 Kırım Harbi’nden sonra Ruslar artık Çerkesleri tamamen bitirmek için büyük bir harekat başlatır. Kırım Harbi, Osmanlı hazinesini çökerttiği gibi, Çerkes soykırımına uzanan yolun son dönemeci gibidir. 21 Mayıs 1864’de Kbaada’da gerçekleşen direnişin çökmesinden sonra Karadeniz sahillerine sürülen Çerkeslerin dramı korkunç ve tekrarlanan, tekrarlanma riski de artarak devam eden bir trajedidir. Bir yanda salgın hastalıklardan kırılanlar, diğer yanda bir annenin cansız bedeninden süt içmeye çalışan bir çocuk ve can çekişen kardeşi, öte yanda denizde yurtlarını katliam sonrası terkedip bilinmeyene giderken denizde boğularak can verenler… İnsanın içini parçalayan ancak bir o kadar da sürekli tekrarlanan bir insanlık dramının adıdır Çerkes soykırımı.
Günümüz Türkiye’sinde de sayısı muthelif olmakla birlikte milyon üzeri olduğu konusunda hemen hemen ittifak edilen bir halktır Çerkesler. Türkiye (ve Osmanlı) dönemleri de hazin tecrübelerle doludur. Öncesinde Abdülhamid’in kendine yetecek kadar Çerkes dili konuştuğunu naif bir biçimde anlatanlar, gelişmekte olan ulus-devlet ve başlarına geleceklerden habersiz bir romantizm ya da umut geliştirmişlerdir. Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte Orta Asya’dan gelen Türkler oldukları, bu asılsız tespit, abartılı bir biçimde gerçekdışı çıktığında Kafkas Türkleri gibi bir sınıflandırmaya tabi olmaları ve buna da karşı çıkınca açıktan tehditlere ve ‘Vatandaş, Türkçe konuş!’ kampanyasına maruz kaldıklarını anımsatalım. Soyadları değişecek, Türkleşecek ve dillerinden uzaklaşacaklardı. Kainat Güzeli Keriman Halis’i dahi on yıllarca, son nefesini verene kadar sessizliğe boğacak bir asimilasyon politikasının doğrudan hedefi haline gelmişlerdi.
Anma günlerinin her sene aynı söyleme dönüşmesi ve bunun yorucu ve yıpratıcı yanının farkında olan birisi olduğuma inanarak, bu ve diğer soykırımların ana temalarına değinerek devam etmek istiyorum:
- Çerkesler işgale karşı ittifakı stratejik anlamda değil zorunluluktan gerçekleştirebildiler.
- İşgalcilerin niyeti apaçık görülmekte iken kendi içlerindeki tutumlarını netleştiremediler.
- Kırılma anlarında düşmanın acımasız, barbar, kışkırtıcı ve planlı saldırılarına kahramanca direnseler de bu ne yazık ki tepkisel düzeyde kaldı. Bunda düşman güçlerinin çok daha üstün silah ve asker gücünün mevcudiyetini ve kararlı bir yok etme politikasını uygulamalarının da önemli olduğunun altını çizelim.
Bu halde soykırımın genel planı ve hatlarını tamamlayabiliriz:
- Planlı bir işgal ve yok etme harekatı
- Düşmanca, nefret içeren, bu nefreti karşı tarafa açıkça belli ederek ve soykırıma uğratılacak olanı aşağılama, hakaret yolu ile kışkırtmak ve savaşmaya zorlamak
- Salgın hastalık, açlık gibi felaketlerde düşene bir değil bin tekme atmak için fırsat kollamak. Soykırımcı Ermolov bunu açıkça ifade etmiştir kendi anılarında.
- Bir kere soykırım girişimi veya katliamla kazanılan bir mevki mevcut olursa bu katliamların barış süreçleri tarafından izlenmesinin sadece bir sonraki katliama kadar soğuma niteliğinin ötesine geçmemesi.
- Soykırımcı general ve bakanların başta uyguladıkları şiddetlerden dolayı cezalandırılmasından, sonrasında sadece eleştirilmesi ve hatta taltif edilmelerine uzanan bir süreç. Katliamcılığın, barbarlığın yönetim politikası haline gelmesi, sıradanlaşması ve rutin hale gelmesi…
Tarihin beşeri bir bilim olduğunu söylüyoruz; tarihi esasen kronolojiden ayıran nokta da budur, bu olmalıdır. Geçmiş, geleceğe ışık tuttuğu ölçüde değer kazanabilir.
Günümüzdeki potansiyel ve uygulanmakta olan soykırımlar karşısında geliştirilmesi gereken mücadeleler, tarihte yaşanan dramları analiz etmeyi içermeli. Lemkin’in modern çağda yapılan bir çok soykırım olaylarından bahsinde Çerkes soykırımı geçmez örneğin ancak soykırımların ortak tanımlarından yola çıkıp öncelikle stratejik bir ittifak ve düşmanın insanlık suçunu işlediği andan itibaren soykırımı tamamlayıncaya kadar eylemini devam ettireceğini akıldan çıkarmamak en önemli adımdır. Bu suçun failleri ve ideolojisi demokratik güçler tarafından alaşağı edilemedikçe soykırımı tamamlayacak suçlar devam edecektir. Soykırımın ne olduğunu, nelere yol açtığını, kimlikleri, kültürleri nasıl yok ettiğini ve tek tip insan ve toplum üretmek istediğini sabırla anlatmaya devam etmek önde gelen görevlerden birisidir. Bu anlamda, soykırımları anma yanında, soykırımların yol açtığı travma ve sorunları açık bir şekilde ele almak ve anlatmak gibi bir sorumluluk düşmektedir. Soykırımcılarla yapılacak müzakerelerde uzlaşma adına bu insanlık suçunun teşhirinden kaçınılmamalıdır.
Yazının boyutunu optimal düzeyde tutmak için tarihi ayrıntılara girmedim. İlgilenenler için bir çok değerli çalışma ve eser arasından örnek olarak, naçizane, Walter Richmond’un Çerkes Soykırımı adlı kitabını (Koyusiyah Yay. 2018), Lyulye’nin Çerkesya adlı çalışmasını (Chiviyazıları Yay. 2010), ve Benim Adım 1864 adlı Elbruz Aksoy’a ait kitabı (İletişim Yay. 2018) önerebilirim. İlki soykırımı, ikincisi 19. yüzyıl tarih ve etnografyasını ve üçüncüsü de soykırıma dair trajedik anıları anlatıp geniş bir spektrum sunan temel eserler.
Çerkes soykırımı ve tüm soykırımları lanetliyor, insanlığın ulaşabileceği akılcı, bağımsız, özgür bir birey ve toplum diliyorum. Selam ve saygı ile.
Resim: Pyotr Gruzinski – 1872 (Dağlılar köylerini terkediyor)