İdealizmin batağındaki ‘sol’, ‘solumsu’, ‘özgürlükçümsü’ aydınlar

Sosyal medyada dahi tartışmasına pek girmemeye çalıştığım bir alan soykırım yıldönümlerine dair tartışmalar. Her yıl aynı tartışmaları yapıyoruz. Otomatik bir skript geliştirip otomatik yazışsak niteliksel anlamda pek farkı olmayacak bir durumdayız adeta. Umut, öfke, geleceğe duyulan özlem ve inanç; bunların hepsi değerlidirler ama doğru bir zemin üstüne inşa edildikleri takdirde.

Ermeni soykırım tartışmalarında son yıllarda yükselen bir şekilde ‘Kürtlerin rolü’ tartışılmaya başlandı. Öylesine sorunlu, öylesine anlamsız bir ifade ki neresinden tutsak lime lime dağılıyor. Bu yazının amacı, bu tarz tartışmaları gündeme getirenlerin manipülatif kişilikler olmaması gibi bir iyi niyet temelinden hareketle, dünya görüşlerinin aslında ne kadar idealizm batağına saplandıklarını göstermektir.

‘Sol’, başlı başına muğlaklaşan bir kavram epeydir. Biz burada sosyalist solu kastedelim ki biraz daha spesifik hale gelsin sol derken ne kastettiğimiz. Malum, hemen her sosyalist sola mensup aydın felsefi olarak materyalist felsefeyi savunduğunu dile getirir. Bunu da genelde din, inanç vesaire üzerinden işlerler. Benim tam üzerine duracağım husus da bu aydınların ne kadar materyalizmden uzak olduklarını Ermeni soykırımı üzerinden işlemektir.

Evet, Ermeni soykırımında gitgide artan bir şekilde Kürtlerin rolü gibi bir kavram türedi son yıllarda ve giderek de popülerleşen bir halde. Adeta Türklerin rolü, Arapların rolü vs. ayrı ayrı ele alınmış da Kürtlerin durumu da acilen ele alınsın, onlar kayırılmasın gibi!

İdealist batak 1: ‘Falanca halk suçludur’ söylemi

Tam felaket bir söylem. Birincisi, tartışmasını burada yapmayacağım ‘halk’ kelimesinin muğlaklığı. Bizzat kendim de akademisyen olduğunu bildiğim birisi ile sosyal medya üzerinde tartıştığım için bu söylemin ne kadar anlamsız ve hatta tehlikeli olduğunu fark ettim.

Birincisi, sosyalist sola mensup olmayan, ‘açık toplum’ taraftarı, belli ki liberal eğilimli birisi ile idi tartışmam. Haliyle, onun halktan kastettiğinin sosyalist solda popüler kullanımı ile ‘ezilen kesimler’ olmadığı açık. Ancak o zaman kimdir bu halk? Belli ki bir ulusu kastediyor. Ancak biraz detaylandırdığınızda ulusun tamamının bu işe karışmadığını itiraf etmek zorunda kalıyor. Bu sefer de dediğine savunmak için geniş ve gönüllü katılımdan bahsediyor.

Günümüz aydınındaki sorun, diğer bir aydını mahkûm edebilme gayretinin içkin kısırlığında adeta. Oysa sorun, birlikte bilinenlerin toplamı üzerine o bilinenler üzerinden bir şeyler koyabilmek olmalı. Postmodernist, dağılmış, ‘ben farklıyım’ izdüşümünün her an kendini gösterdiği ilginç durumlara neden oluyor bu mahkûm etme çabası. Oysa sorun daha büyük bir yerde: kendini gizleyen dünya görüşünde, felsefi yapıda.

Soykırımlar, açık ve net bir şekilde ulusların suçlanacağı bir şekilde mahkûm edilmeyi imlemezler. Suçlular tanım anlamında bellidir: ilgili kurumları devlet, kararın yürütülmesi ve uygulanması hakkında katılımda bulunan ve bunlara teşvik eden kamu görevlileri ve de siviller. Detaylar için Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuran Roma Statüsü’ne bakılabilir örneğin.

Haliyle, bir mahalleli de soykırım suçu ile yargılanabilir, ‘emre itaat’ ettiiğini söyleyen bir kamu görevlisi de. ‘Emre itaat’ soykırımdan masumiyet için bir neden değildir. Peki, bunlardan yola çıkıp tüm bir ulusun soykırım suçlusu olduğunu iddia etmek hukuki ve hatta sosyal bilimler kapsamında mümkün müdür? Elbette hayır. Hâkim ve resmî ideolojinin esareti altında yaşasa da tüm bir ulusun sorumlu olduğunu iddia etmek ne hukuki ne de bilimsel anlamda bir geçerliliğe sahiptir.

Ancak kalkıp da ‘Kürtlerin rolü’, ‘Türklerin rolü’ vs. başlıklarla yapılan konuşmalar manipülatif suçlamasına mahal bırakmadan anlamsızdır, bulanıktır, karşılığı yoktur ve olmayacaktır. Bunu dile getirip bir ulusun tümden sorumlu olmayacağına dair argümanlara karşı ‘ben zaten -dikkatli izlenirse- feodalizmi, aşiretleri eleştiriyorum’ demek hem başlığın anlamsızlığını teyit eder, hem de başka bir soruna, tüm aşiretleri suça ortak etmek gibi başka bir toptancılığı ifade eder.

Bilimsel araştırmalarda ‘başlık’ da önemlidir; hatta öğrencilere başlığın konunun çok iyi bir özeti olacak şekilde ve de dikkat çekici biçimde yazılmasını önerir akademisyenler. Akçam’ın başlığı açık bir biçimde dikkat çekiyor ancak konu ile ilgi açısından fena halde sınıfta kalıyor. ‘Kürtlerin rolü’, ‘Türklerin rolü’, ‘Ermenilerin rolü’ gibi başlık açmak abesle iştigaldir: net. Merak edip bakmıştım: Yahudi soykırımında Polonyalıların rolü değil Polonya’nın rolü tartışılmış örneğin ve doğru başlık da tavır da budur.

İdealist batak 2: ‘İlk gece hakkı’na antropolojik yaklaşım: Engels’i anmak

Bu konu hakkında çok yazıldı, çizildi. Çok savunuldu bu söylem, çok da eleştirildi. Savunanların temel söylemi Kürtlerin de soykırımda yer aldığını söylemek oldu. Taner Akçam bunların üzerine Avrupa feodalitesindeki ‘ilk gece hakkı’nın Kürt ağaları tarafından da uygulandığını ve bunların zaten bilindiğini söyleyip Lazarev’in eserine rücu etti. Recep Maraşlı da Taner Akçam’ın bu söylemi üzerinden devam etti.

Kaynağın zayıflığını dile getirenlere ise ‘Kürtler hiç mi bir şey yapmadı? Masumlar mıydı yani?’ minvalinde karşı argümanlar getirildi ve adeta hezeyenlı bir biçimde ilk gece hakkına dair kanıtlar ve anlatılar dile getirilip bu müessesenin varlığı daha da partizan bir biçimde işlenmeye başlandı.

Taner Akçam’ın Hayko Bağdat ile olan söyleşisinde ilk gece hakkının Avrupa feodalizminin geleneği olduğunu söylemesi de başlı başına sorunlu bir ifade. Akçam, zorda kaldığını hissettiği zaman akademisyen kimliğini öne sürüyor; ancak, bir akademisyen sorumluluğu çerçevesinde Avrupa’nın feodal döneminde böyle bir hakkın olduğunun bir mitten ibaret olduğunu belirten araştırmaları da es geçiyor. Alain Boureau’nın Fransızca yazdığı ve İngilizce çevirisi de bulunan eserinde bu Efendi Hakkı’nın (Ağa Hakkı?) bir mitten ibaret olduğuna dair tespitler var. Zira bu Akçam’ın vurguladığının ötesinde cinsel ilişki temelli değil ‘bazı’ feodal yapılarda haraç/fidye ödemek ile ilgili bir temsiliyet hakkında kullanılan bir ifade.

Videoda Taner Akçam’ın argümanları, içinde bulunduğu idealizm batağını çok iyi gösteriyor. Olayın gerçekliği ya da gerçekdışılığı bir yana, beni burası da ilgilendiriyor dünya görüşünü besleyen donanım anlamında. Oysa ki bunları günümüz bakış açısıyla değil, o dönem topluluklarının üretim ilişkileri ve bunların oluşturduğu kurumlar üzerinden değerlendirmeliyiz. Ve ilginç bir durum doğuyor başlı başına: modern zamanların ilk soykırımı olarak tanımlanan Ermeni soykırımı ve Kürt feodalitesi bir potada eritilmeye çalışılıyor. Bunları bir arada değerlendirebilmek umurunda pek görünmüyor Akçam’ın.

Örneğin Maraşlı da hala başka videolar paylaşıyor; adeta ‘var işte ilk gece hakkı’ diye büyük çaba sarfediyor. Oysa ki kendi paylaştığı videoda dahi bir gencin ağayı öldürdüğüne dair konuşma mevcut. Ağa pekâlâ haraç istemiş olabilir, reddedilince gelinle cinsel ilişkiye girmek istemiş ve öldürülmüş olabilir. Bunlara dair detaylı bir bilgi var mı: yok. Peki, bunların her aşirete mahsus mu yoksa belirli aşiretlere mahsus mu haller olduğuna dair kapsamlı bir çalışma mevcut mu: yok. Belirli bir aşirette mevcut ise, o aşiretin tarihsel sürecinde bazı ağalarının mı yoksa geleneksel bir biçimde tüm ağalarının mı bu şekilde bir ilk gece hakkını kullandıklarına dair bir bilgi var mı: yok. El-insaf! Düşünce sığlığı da burada yatıyor.

Bir Engels’in tarzına bakmak, bir de Akçam ile Maraşlı’nın tarzlarına bakmak yeterli. Engels de ilk gece hakkının olduğunu belirtir ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde ve şunları kaleme alır: ‘İlk gece hakkı (gobr merch, ortaçağsal marcheta, Fransızcadaki marquette adı buradan gelir) için aşiret başkanı ya da krala ödenmesi gerek fidye, yasada (code) büyük bir rol oynar’ (Engels, 1998 s. 156). Engels, doğru bir yaklaşımla, antropolojik anlamda durumu incelerken ve kendi gününün toplumuna yönelik ilişkilerin temelini ararken Akçam 19. Yüzyılda yaşananları ve genele uygulanacak nicelik ve nitelikten yoksun anlatıları bugünün yargıcı olarak mahkum ediyor. Trajikomik bir nitelik farkı var Engels ile diğer iki isim arasında. Bu farkın nedeni bilgi farkı değil, dünya görüşü ve ilgili metodolojide aranmalı.

Açıktır ki ilk gece hakkı büyük olasılıkla bir fidye olarak vardı idi Batı feodalizminde. Ancak bu ‘hak’ cinsel ilişki bağlantılı değil idi; cinsel ilişki üzerinden üretilen mit ancak bir mit olarak yerini almıştır tarihte. Hali ile bu cinsel ilişki hakkındaki mit üzerinden, bu hakkı Kürtlere yaşanıldığı varsayılan sınırlı hadiseler üzerinden bağlamanın bir karşılığı yoktur (anlamsızlıktan öte).

İdealist batağın nedeni

Bu yazıda akıl okuma üzerinden değil, söylenenler üzerinden gittim. Yazılanlar, söylenenler üzerinden gitmek daha belirgin argümanlara dayanır. Akçam, Maraşlı ve diğerleri bunları neden söylüyor; bilemem. Ancak burada önemli olan bir husus: müphem, muğlak olaylardan yola çıkıp hem akademisyen (ya da bilirkişi), hem antropolog hem sosyolog hem de yargıç olmalarıdır bu isimlerin. Bütün bu dalları birleştirebileceğimiz bir alan hala kaldı ise o da felsefe olarak kalıyor ortada. Felsefe alanı dışında kalan önemli bir alan da işkembe-i Kübra elbet.

Akçam liberal ve Ermeni soykırımı konusunda önemli çalışmalar yapmış birisi. Ancak, şöyle bir durum da var: Ermeni soykırımının olduğunu kabul eden çok insan var zaten. Akçam’dan önce de vardı, Akçam sonrasında da Akçam okumasa dahi var olduğunu söyleyecek çok insan da olacak. Bunu Akçam’ın yaptığı çalışmaları küçümsemek için değil gereğinden ötede değerlendirmemek anlamında söylüyorum. Fazla yüceltilen kişilerin otorite konumu doğrultusunda her dediklerinin doğru kabul edilmeye başlandığı büyük bir sorundan bahsediyorum. Bunu aşamamış toplum ve bireylerde de referans alma konusundaki partizan tavırların nasıl sakıncalı durumlara yol açtığını bu vesile ile bir kez daha vurgulamak istiyorum.

Sorun, Akçam’ın yazdıklarında değil; onun temelsiz yazmasında da değil. Sorun, Akçam’ın tarihin bir süreç olarak işlediğini kavrayamamasına rağmen bunu onu okuyanların da görmemek istemesinde belki de. Geçmişe dair antropolojik, etnografi temelli ve de tarihsel çalışmalar bu ilgili alanların insanlığa sunduğu büyük çabaları gösterir ve takdire şayandırlar. Ancak bunları işlemek, değerlendirmek, alabildiğince tarihsel akışlarını esas alarak sistematik bir hale getirmek de hem ayrı hem de çok önemli bir meziyettir. Ben Akçam ve Maraşlı’nın bu meziyette olmadıklarını düşünüyorum ve görüyorum; yazdıklarından ziyade karşı argümanlara getirdikleri argümanlar esasında.

Akçam, soykırım olay ve belgelerini araştırma konusunda bilimsel metoda sadakatini gösterirken kaynakların kalitesi, tarihsel bakış açısı, genel değerlendirme anlamında koyu bir idealizm ve sübjektivizmin içinde olduğunu gösteriyor. Onun bilgi ve bulgularından faydalanmaya devam edeceğim elbette ancak politik zemine girdiği anda onu konuşturanın bu idealizm olduğunu da hatırlamama gerek dahi kalmayacak belli ki zira her kelime ya da satır arasında bu idealizm kendini gösterecek. Maraşlı ise bildiğim kadarı ile hala sosyalizm ve anti-emperyalizm çizgisinde. Buna ayrı bir ayrı-başlık açmak gerekir ama bu çizginin tekrardan diyalektiğe, özellikle toplum ve tarihin diyalektiğine yine ve yeniden bakmasında büyük fayda var gibi görünüyor. Olgucu, mekanik, seçmeci ve bilimden arıtılmış ideolojik tarih ve toplum anlayışı mahkûm edilmeli büyük bir ihtiyaç olarak.

Sonuç

İdealizm bir inancı imlese de günlük hayatımızda derin etkilerinin rahatlıkla görülebildiği bir sistemdir. Sistemin temelinde ise çok kaba tabiri ile bilincin maddi hayatı belirlediği inancı yer alır. Bunu derin bir felsefe tartışması anlamında değil bilakis Ermeni soykırımına yaklaşanların tavırları açısından yazıyorum.

Yazılanlara baktığımızda adeta devletlerin, rejimlerin fail oldukları bir kenara bırakılmış, insanlara ve hatta uluslara yönelen bir idealist yaklaşım var. Oysa, üretim ilişkileri (sömürgecilik de dahil, üstelik bir yerlerde çok da lazım işlenmesi) ve bunların oluşturduğu kurumları, toplum yapılarını esas almadan yapılan tüm tahlil ve çalışmalar bir rahibin Tanrı’ya yakarışı kıvamındadır. Yakarmak güzeldir belki de sorunları çözme konusunda tarihsel bir anlamda başarı taşıdığına dair kaynak yoktur ve olmayacaktır.

Keza ‘önce biz kendimizi düzeltelim, toplum da düzelir’ çağrısı ve anlayışı da idealisttir. Özneyi esas alır, özneyi kutsar adeta. Bir insanın kendisini düzeltmesi elzemdir, erdemlidir. Ancak suyun akışını değiştirecek güce bu şekilde ulaşılması boşuna kürek çekmektir. Reel sosyalizmin olumsuz tarihsel gelişimi ve yıkılışı anlaşılabilir bir şekilde özneciliği de yükseltti. Kabul etmek gerekir ki reel sosyalizm ulusal sorunlardan bireysel sorunlara kadar adeta güçlü kuvvetli ama deneyimsiz bir savaşçı gibiydi ve yenildi. Bize düşen ise bireyi nesneleştirmeyen yeni bir yaşamı kurabilmek için mücadele etmek. O mücadele de bu yaşamı kurmaya elverişli bir ortam sağlayan iktidar mücadelesinden geçer. Bir kişi kendini düzeltmeye çalışırken sistemin tornasından geçen on binlerce ve milyonlarca nesneleşmiş özne ile bu durum düzelmez.

Son söz: insanlığa karşı işlenen suçların failleri olan devletler, kurumlar, resmi görevliler ve siviller bulunup cezalandırılmadıkça ulusların rolleri vs. şeklinde sansasyonel araştırma(!) ve konuşmalar idealizmin batağında kalacaklardır ve adeta Pandora’nın kutusu işlevi göreceklerdir. Doğru tavır, failleri ortaya çıkarmak ve mahkûm etmek için verilen iktidar mücadelesidir. Doğru bir araştırma ise ‘Ermeni soykırımında falanca aşiretin rolü’ olabilir örneğin ama yılların akademisyen ve aydınlarına akıl vermek de bize düşmesin!

Kaynaklar

Boureau, A. (1995). Le Droit de Cuissage: Histoire de la fabrication d’un mythe (XIII – XXe siècle). Albin Michel: Paris.

Engels, F. (1998). Ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni. Sol Yay: Ankara.

İlk gece hakkının bahsedildiği kaynaklar: Taner Akçam’ın açıklamaları (H. Bağdat,+ArtıV). [Video]. “İlk gece hakkı”nın bahsedildiği kaynaklar: Taner Akçam’ın açıklamaları, (H.Bağdat,+ArtıV) – YouTube

Yorum yapın