Epeydir yazmıyordum. Ancak Sn. Mühdan Sağlam’ın yazısını okuyunca hem yazıyı değerli buldum hem de bu konuda daha çok yazı yazılacağının bilinci ile biraz katkı sağlamak istedim kendimce, elimden geldiğince. Haliyle bu yazı bir eleştiri, polemik gibi bir kaygıdan değil, bazı anahtar kavramlardan hareketle kapitalin nereye doğru evrildiğini (ya da evrilme süsü verdiğini; karar okuyan ve deneyimleyenin olsun) gösterme amacı ile yazılmıştır.
Mühdan Sağlam çok haklı bir tespitle kapitalizmin amacının kârın mümkün olan en yüksek seviyeye yükseltilmesi olduğunu belirtmiş. Son yıllarda yükselen bir trendi bu anlamda bazı kavramlar eşliğinde ortaya koymakta yarar var: “Kurumsal sosyal sorumluluk” -KSS- (İng. corporate social responsibility – CSR) olarak bilinen ve kısaca kârın dışında önemli faktörler olduğundan hareketle sürdürülebilirlik (İng. sustainability) ve Türkçeye görebildiğim kadarı ile “Çevresel-Sosyal-Yönetişim” olarak çevrilen (İng. Environmental-Social-Governance – ESG) ilk eve perspektifleri doğrultusunda gitgide yükselen bir alternatif ekonomik yapılanma ortaya çıkmakta. Altyapısında kurumların azami kâr – sorumlu kârlılık ikileminden kaynaklanan felsefi bir tartışma var dersem abartmış olmam. Ancak iş etiği (İng. Business Ethics) alanında sadece felsefi kaygılarla bu tarz alternatiflerin hayata geçirilmesinin mümkün olmadığını en iyi bilen kapitalin sahipleri. Felsefi, etik vs. tartışmalar süredursun özellikle Avrupa Birliği ve ABD’de ESG gitgide kurumsal alanda üretim ve finansta kendinden söz ettiriyor ve artan oranda ettirecek.
Finans ile kapitalin nasıl iç içe girdiklerinin farkındayız; Sağlam’ın yazısında da bu konuda en öne çıkan iki ‘cemaat’ olarak bankalar ve enerji şirketleri belirtiliyor. Doğru mu? Elbette doğru. En ucuz sermaye yabancı sermayedir tezinden ve pratiğinden hareketle, enerji şirketlerinin yatırımlarını özkaynakları dışında büyük oranda finansal kurumlardan kredi alarak karşıladıkları sır değil. Tam bir kazan-kazan ilişkisi mevcut. İşte tam bu noktada bazı bariyerler peşinde koşturuyor Avrupa Birliği mevzuatlar ve kurallar bazında. Örneğin; çevre ile ilgili AB mevzuatı hacim kazanmış durumda. Karbon Ayak İzi diye Türkçeye çevrilen İngilizce carbon footprint azaltımı perspektifi ile 2050 itibarı ile karbondioksit üretmeyen, sera gazlarından arınmış bir gezegen amaçlanıyor. 2030’da erişilmesi planlanan (ya da arzulanan demeli belki de) ve 17 adet hedef içeren “BM Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları” (İng. UN Sustainable Development Goals) ve Eylül 2015’de yürürlüğe giren Paris Anlaşması’nın temel amaçlarına uygun eylem planı ve yönetmelikler hummalı bir biçimde hazırlanıyor ve yürürlüğe giriyor.
Bunun yanı sıra, sürdürülebilir kalkınma ve yatırım olur da sürdürülebilir finans olmaz mı? Elbette olur! Finans kurumlarına yönelik mevzuatları da örneğin; AB’de AB mevzuatlarına uygun olarak regüle eden kurumlar üye ülkelerin Merkez Bankaları (ya da benzeri yetkili kurumlar). Bu yazıda detayına girmeyeceğim, ancak içinde bulunduğumuz 2021’den 2023’e kadar mevzuatın tamamlanması ve 2030’a kadar gerekli biçimde hem takip edilip hem de revizyonlara uğrayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bankalar ve kredi kuruluşlarının yukarıda bahsi geçen ESG perspektifi konusunda hem kendi iç Risk Yönetimleri’ni oluşturması hem de belirli analitik teknikleri ve stres testlerini uygulamaları bir gereklilik haline gelecek. Durum şu ki, bankalar bir yandan kendi iç mevzuatlarını ve risk yönetimlerini değiştirir ve adapte ederken, bir yandan da kurumsal ve bireysel finansman aktivitelerini yeniden dizayn edecekler ve ediyorlar. Örneğin bugün AB’de çoğu yatırım enstrümanında ESG görmek mümkün (S&P 500 yerine S&P 500 ESG-filtreli bir yatırım fonu örneğinde olduğu gibi). Keza yeşil fonlar (Green bonds), kurumlar ESG finansmanı. AB’de BNP Paribas gibi birçok dev bankanın da kömür finansmanından çıktığını belirtmeliyim örneğin. Asıl sorun tam da burada olacak; yüksek karbon emisyonu üreten firmaların finansmanı durdurulacak mı yoksa bu firmaların düşük karbon teknolojilerine geçebilmeleri için finansman sağlanacak mı, gibi konular epey kafa kurcalamaya devam edecek. Sustainanalytics ve Vigeo Eiris gibi ESG reytingleri sağlayan kurumlar da artık S&P, Fitch ve Moody’s kadar konuşulacak ve ESG reytingleri finans dünyasında yeni normal ve bileşen olacak. Sustainanalytics ve Vigeo Eiris gibi cafcaflı isimleri alıntıladığıma bakmayın; onlar da ESG reyting firmaları ve örneğin Vigeo Eiris bir Moody’s iştiraki sonuçta! Finans kurumlarına dair genel çerçevenin de yine bir BM inisiyatifi olan UNEP FI (Sorumlu Bankacılık İlkeleri şeklinde çevirebileceğimiz Principles for Responsible Banking adlı ilkeleri belirleyen inisiyatif) tarafından yürütüldüğünü de belirterek, bu faslı kapatıp politik mecraya geçebiliriz artık.
Politik anlamda da bu yeşil finansın etkileri kaçınılmaz. Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 16 Temmuz’da basına yansıyan ‚Yeşil Mutabakat Eylem Planı’nı imzalamasının zamanlaması manidar değil, bir gereklilik. Bundan sonra başta da belirttiğim gibi bol bol yeşil finansman, ESG, sürdürülebilir ekonomi gibi söylemler bazen şaşırtıcı derecede kendini tekrar eden ve olmazsa olmaz tarihsel tekrarlarımız arasında yerini alacaklarmış gibi görünüyor.
Peki, başa dönelim! Friedman’ın 1970’de azami kâr perspektifi üzerinden Kurumsal Sosyal Sorumluluk eleştirisi yapmasından bu yana yaklaşık 50 yıl ve hatta daha fazla süre geçmiş iken sorumlu bir finansman perspektifinin -ki bu perspektifte ‘kârın her şey olmadığı’ gibi yüce amaçlar zikredilmekte- şansı ne kadar vardır? Ben Friedman’ın en azından dürüst davrandığını ve bir gerçeği dile getirdiğini düşünüyorum. Bugün bireysel ya da kurumsal yatırımcı, dünya görüşünün de ötesinde daha fazla kâr elde etmeyi tercih edecektir. Avrupa ve ABD’de ise Sn. Sağlam’ın kolektif bilinç üzerinden dile getirdiği bir durum daha mevcut: Stewardship denilen bir nevi aktivizm. Halka açık firmaların yıllık toplantılarına katılıp firmaların iklim, toplum ve yönetimsel eksikliklerini dile getirme, sözleşmelere uyma, sürdürülebilirlik raporları hazırlanması yönünde çağrı gibi, bir nevi etimolojik olarak da sözcük anlamının içerdiği gibi şirket gardiyanlığı/gözetimciliği yapılıyor. Ancak Batı’da burjuva anlamda da olsa demokratik kurumların çok daha güçlü olması ve bireysel yatırımcı profilinin de belirli bir bilince sahip olması gibi durumlar var. Demek ki kolektif bilincin bilinç tarafını daha da kuvvetlendirmek, o kuvvet ile momentum yaratmak gerekiyor.
Dile getirebileceğim en büyük politik sorunlardan birisi de Batı’daki Yeşiller politikası. Adından da malum olduğu gibi bir çevre perspektifi olan bu siyasi yapının kapitale eklemlenen bir yapı olduğu hem belirginleşiyor hem de artık fakirin umudu misali, değişim gibi naif anlayışlardan kurtulmak gerekiyor. Daha da çarpıcı olan taraf ise bu yazının konusu olan kavram ve perspektiflerin (ESG, yeşil ekonomi, sürdürülebilir ekonomi vs) tam da Yeşiller’in politikası ile örtüştüğü gibi ilginç bir durum ile karşı karşıyayız. Bir yandan sermaye sahipleri diğer yandan da sermayenin bürokratları gibi. Tek farkla: Bürokratlar sermayedarları vicdana, sorumluluğa davet ediyor. Sağlam’ın yazısının başında verdiği bireysel örnekler ile BP’nin doğa katliamı durumunda olduğu gibi Yeşillerin de nehirden yosun toplama, şehirden plastik şişe toplama gibi etkinlikleri mevcuttur. Kötü etkinlikler midir? Hayır. Ancak sanayinin yarattığı kirlilik yanında ne oranda bir kirlilik ile ilgilenildiğini hesaplamaya kalkmaya da gerek yok. Vicdan çağrıları tutar mı sanayiye karşı? Tutarsa artık!
Günümüzde -kabul edelim ki- bilginin paylaşımı ve üretimi konusunda bir kriz yaşıyoruz. Bu da bizi içimize kapanmaya ya da sonuca yönelik hareket etmekten uzak, daha çok söylenme odaklı bir hale getiriyor. Gündem oluşturmak, oluşturulamayan gündemleri ise yakından takip edip buna göre adımlar atabilmek gerekiyor. Yine kabul etmek gerekiyor ki, bunları bir kişinin ya da dar grupların yapması imkânsız. Kolektif bilinç için de koordine olan, bilinci yüksek yapılar ve özbilinci yüksek bireyler gerekmekte. Yoksa kapitalizmin erdemine, Yeşiller’in vicdan çağrılarını duyarak geçireceğiz önümüzdeki uzun yılları diğer çığlıklara ek olarak.
Sonsöz: Kapitalizmin alternatifi sosyalizmdir; üretim ilişkilerinin değiştirilmesidir. Üretim ilişkilerinin ve mülkiyet konumlanmasının değişmesi söz konusu olmadıkça çözümsüzlük üretmekten başka bir çaremiz yoktur. Hep tekrar eden şeyler ise yorucu ve tüketicidir.
Bu yazı 1 Eylül 2021’de Gazete Duvar’da yayınlanmıştır.