Sosyal bilimler doğa bilimlerinden neden farklıdır?

GİRİŞ

Günümüzde bilim ile ilgilenen insanlar arasında ‘sezinlenen’ bir gerçektir doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki fark: doğa bilimlerinde mekanik kuralları tespit etmek daha kesin sonuçlar verirken sosyal bilimlerde bu kesinliği elde etmek zordur. Mesela Dünya’nın Güneş etrafındaki dönüşünü ne zaman tamamlayacağını, Mars’a belirli bir hızda giden uzay aracının Mars yüzeyine ne zaman ulaşacağını kesine yakın bir biçimde ve az bir hata payı ile hesaplayabiliriz. Toplumsal olaylarda ise iş değişir: kriz anlarında insanların tepki ve öfkelerinin dönüştürücü bir etkisi olacağı hususu ya da yakınımızda cereyan eden bir şiddet olayına olacak tepkimizi aynı kesinlikte öngöremeyiz. Dikkat edilirse doğal olaylardan bahsederken ‘hesaplamak’ fiilini kullanırken toplumsal olaylarda ‘öngörmek’ten bahsettim. Zira birisinde genellikle mekanik bir hareketin bir aşamasını hesaplarken toplumsal olayların değişken yapısını öngörmek ile ilişkilendirdim.

Bunları aslında meşhur ‘sağduyu’ ekseninde kabul edebiliriz gibi düşünebiliriz ancak bilim tarihi bu konuda bizim kadar sağduyulu olunmadığını gösteriyor bizlere. Bilim fakültelerinin çoğalması ve nihayetinde doğa bilimleri – sosyal bilimler – insani (beşeri) bilimler ayrımı ile eskiden pek popüler ve bilimlerin bilimi olarak tanımlanan felsefenin gözden düşmesi hepimizin malumu. Felsefenin içkin sorunları bir yana, biz bu yazı kapsamında doğa bilimleri ve sosyal bilimler karşılaştırma ve ilişkilendirilmesinden uzaklaşmayalım.

HAKİKATE NASIL ULAŞILIR? POZİTİVİZM VE KARŞITLARI

Bilim felsefesinin önemli hatta temel sorularından birisi ‘Hakikate dair mutlak bilgiye nasıl ulaşabiliriz?’ sorusudur (Glanzberg, 2021). Bu soruya dair pek çok cevap verilmiştir ve gerçekliğin asla bilinemeyeceğinden tutalım da mutlak gerçekliğin bilinebilir olduğu arasında yani tamamen zıt iki kutup arasında neredeyse sayısız cevap verilmiştir. Batı’da Kartezyen felsefe ile başlayan çeşitli gelişmeler sonunda, kabaca Kıta Felsefesi denilen ve akılcı, fenomenoloji-hermenötik gelenekleri ile de tanınan felsefe ile Analitik Felsefe olarak bilinen ve daha çok ampirik yaklaşımı benimseyen felsefe dalları alanda belirleyici olan dallar haline geldiler. Son on yıllarda Analitik Felsefe ile Kıta Felsefesi arasında belirli bir yakınlaşma olduğunu ve eski kavuşturulamaz denilen ayrımların daha esnek bir şekilde ele alındığını biliyoruz.

Empirik yaklaşımın epey yükseldiği yıllarda, psikolojide hakim olan ‘davranışçılık’, felsefede hakim olan ‘mantıkçı pozitivizm’ gibi akımların popülarite kazanması neticesinde, sosyal bilimlerin de doğa bilimleri gibi deneyler ile açıklama yapabilmesi halinde bilim olarak değerlendirilebilecekleri görüşü ağırlık ve hakimiyet kazandı. İnsanı, bir etkiye tepki veren bir Varlık düzeyine indirgeyen bu yaklaşım özellikle Skinner döneminde epey sansasyonel bir biçimde öne çıktı ve sosyal bilimlerin özellikle psikoloji alanında hakimiyet kurdu. Sosyal bilimlerde pozitivist yaklaşımın hakimiyeti neticesinde artık sadece laboratuvar düzeyine ve Pavlov’un köpekleri gibi toplumsal olaylarda ne tepki göstereceğinin ölçülebileceğine inanıldı insanların. Felsefe alanında ‘Temelcilik’ (İng. Foundationalism) akımı da bu minvalde değerlendirilebilir ve bu gruba dahil filozoflar arasında Bertrand Russell, ilk dönem Wittgenstein gibi isimler sayılabilir. Sistemin sınırlılıkları ve deneye tabi tutulamayan olayların bilimsel analize tabi tutulamayacağı şartı bu sınırlı yaklaşımın gözden düşmesine neden oldu ve hem bilimi sınırlayan yanları iyice kendini belirgin hale getirdi hem de 1960-70 yıllarında etkisini yitirdi .

Öte yandan pozitivizmin sınırlandırıcı ve kısır (sosyal) bilim anlayışı bilimin nerede ise tamamen imkansız bir şey olduğuna dair görüşleri kuvvetlendirdi. ‘Akla Veda’nın sahibi Feyerabend ve Kuhn’un eleştirilerinde pozitivizmin neden olduğu krizlerin etkisi belirgindir. Gerçekten de toplumsal olayları doğal olaylar gibi mekanik bir çerçevede açıklamaya çalışmak faydadan çok bir çok psikolojik ve sosyolojik zararlara da neden olmuştur. Örneğin, bir insanda olumlu sonuç veren bir disiplin biçiminin başka insanda da evrensellik iddiası ile geçerli olacağını dayatan uygulamalar vs. bireysel ve toplumsal sorunlara yol açmıştır. Örneğin eleştirel realizm kapsamında ifade edersek: ontoloji (Varlığın bilimi) epistemolojiye (bilginin bilimi) indirgenmiş durumdadır artık. Neden? Çünkü, gerçeklik duyularla algılanabilecek şeyler ile sınırlanmıştır. ‘Gözümle görmediğime inanmam’ önermesinin eksikliği ve kısırlığı buradadır ve bunun ötesinde anlamsız tartışmalara hala konu olabilmektedir. Pozitivizme, daha spesifik biçimde Temelcilik’e karşı Adorno ve Horkheimer’ın tavırlarını da es geçmemeliyiz. Frankfurt Okulu’nun en çok tanınan bu iki önemli ismi de akla güvenen Batı felsefesinin yıkıcı ve zararlı yanlarını ortaya koymaları ile öne çıktılar. Adorno ve Horkheimer Batı felsefesinin epistemolojisini, rasyonalitesini, evrensellik iddialarını çarpıcı bir biçimde eleştirdiler. Nietzsche’nin perspektivizmini hatırlarsak, Özne’den Mutlak’a adeta Tanrı gözüyle bakma sanatını yaşatan ve deneyimlemeye çağıran Hegel sistemini (aslında Alman İdealizmini de diyebiliriz sistem konu oldukça) eleştirdiğini de hatırlarız. Nietzsche Tanrı gözü ile bakmanın mümkün olamayacağını ve ne olursa olsun Özne’nin sadece bir perspektiften bakabileceğini savunmuştu. Perspektif değişime uğrayıp bir gelişmeyi içerebilse de Tanrı gözü seviyesi mümkün değildi ve bu da izafiyet (rölativizm) anlamına gelmekte idi. Haliyle evrensellik büyük ama geçersiz bir iddiadan ibaretti; bilimin evrensel yasaları olamazdı. Bhaskar’a göre Nietzsche de gerçekliği sabit ve değişmez bir şekilde ele alan metafizik yaklaşım hatasına düşmüştür (Bhaskar, 2010).

BAŞKA BİR YAKLAŞIM MÜMKÜN MÜ? GERÇEKLİĞİN TANIMI

Peki daha sağlıklı ve gerçekliğe yakın konumlanabilecek bir bakış açısı ve bilimsel yaklaşım mümkün müdür? Mümkün ise nasıl olmalıdır bu bakış açısı ve bilimsel yaklaşım?

Buna cevap verebilmek için öncelik sırası değil belki ama mantıksal ilişkisi akılda tutulması gereken iki husus mevcuttur:

1- Gerçeklik mevcuttur. Ancak ‘tabakalaşmıştır’. Ayrıca farklılaşmış, yapılanmış ve değişkendir.
2- Gerçeklik sabit olarak değil, yukarıda belirtildiği gibi değişkenlik içeren hakikattir ve bu anlamda gerçeklik hakkındaki bilgilerimiz de yanlışlanmaya açıktır. (Geçmişte bilimin doğru dediğinin bugün geçersiz olduğu ve buna bağlı olarak da kimi dogmatik düşünce mensuplarının bilimi neredeyse safsata olarak gören söylemlerini hatırlayalım). Oysa ne bugün söylenilen hakikatin kendisidir ne de bu hakikatin olmadığı anlamına gelir. Bilimsel yaklaşım aynı zamanda itidaldir, alçakgönüllülük içerir ve ahkam kesmekten çok hizmet etmek için mevcuttur. Günümüzde ticarileşen bir bilimsel dünyada bilimin temel unsurlarının da gözden uzaklarda olduğu bilinen bir durum ne yazık ki.

ELEŞTİREL REALİZME GÖRE ÜÇ GERÇEKLİK ALANI

Yukarıda gerçekliğin tabakalaşmış olduğundan bahsettik. Bu aslen eleştirel realizmin görüşüdür ve doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin farklılığının anlaşılması hakkında faydalı bir rol oynar. Sadece eleştirel realizm bu doğa bilimi – sosyal bilim ayrımını ileri sürmez ancak konuya derinlik katabilmiş bir felsefi akım olduğu için özellikle yaklaşımını faydalı ve doğru buluyorum ve benim de görüşüm bu minvaldedir. Üç gerçeklik alanına bakmadan önce deney hakkında biraz konuşalım.

Deney: Gerçekliğe aktif müdahaledir. Deneyde amaçlanan şey gözlemlerin deneysel biçimde doğrulanmasıdır. Ancak bu pozitivist yaklaşımın sınırıdır. Çünkü deneyler bazen o ana kadar gözlemlenmemiş şeyleri de keşfedebilir ve ortaya çıkarabilirler. Ortaya çıkan olaylar ise sadece izlenen olaylar değildir; bilakis gözlemci/araştırmacı olayları yönlendirir; bazı değişkenleri ortadan kaldırabilir ya da onların niteliklerini değiştirebilir ki bu değişkenlerin olaylardaki etkisi ya da etkisizliği ortaya çıkabilsin. Bu deneyler sonucunda, araştırmacılar kendi sonuçlarını üretirler ve ulaştıkları sonuçları kavramlaştırarak bilimsel dünyaya katkıda bulunurlar.

Peki laboratuvarda gerçekleştirilen bir deney ile toplumsal olayların analizini yapmak ne kadar mümkündür? Toplumsal katmanların ya da sınıfların bir toplumsal olayda nerede konumlanacaklarını laboratuvarda test edebilir miyiz? Edeceğimiz testin geçerliliği ve geniş bir popülasyona uygulanabilmesinin olasılığı nedir? İstatistiksel veri analizi ile toplumun eylemselliğini laboratuvar çalışmaları ile hesaplayabilir miyiz? İşte pozitivizmin bilimsel şart olarak empoze ettiği deneyci anlayış yani empirizm bu konuda aslında tartışmaya mahal vermeyecek kadar sınırlı ve eksiktir. Aslında şu yaşadığımız dünya ve şartlara bakında toplumu dönüştürücü ve yeniden kurucu olma iddiasındaki anlayışların içinde kah saklı kah belirgin sorunlar da bu pozitivizm mirasını taşıyabiliyor. Örneğin Lefebvre’den 1950’lerin ortalarına kadar SSCB’de sosyolojinin bilim olmadığı için eğitim müfredatına alınmadığını okumuştum yıllar önce. Çerçevesini çizdiğimiz bu pozitivizm anlayışının ideoloji ile eklemlenmiş hali ile pek de şaşırtıcı bir yasak olmadığını anlayabiliriz bunun.

Bhaskar (2008 s.46-47) bu anlamda gerçekliğin üç ontolojik alanını ortaya koyar:

a) Empirik
b) Fiili
c) Reel

Empirik alan doğrudan olsun, dolaylı olsun deneyimlediğimiz şeyleri kapsar (Güneşin doğuşu gibi, Ay tutulması, yerçekimi vs.)
Empirik alan ya da dünya gerçekliğin tamamını kaplamaz ve gerçekliğin kendisi değildir. Aslında teori yüklüdür ve her şeyin empirik alana indirgenmesi bu yüzden Bhaskar tarafından ‘epistemik hata’ olarak adlandırılır (Danermark et al., 2018).
Fiili alan ise deneyimlemesek bile bazı olayların ortaya çıktığı alandır. Haliyle şu anda gözlemlemediğimiz ya da gözlemleyemediğimiz olayların ortaya çıkabilmesi her zaman olasıdır ve şu anda gözlemlenmemiş oldukları onların olmadıkları anlamına gelmez. Empirik bakış açısı bu anlamda darkafalı ve indirgemeci bir görüşe tekabül eder.
Sosyal bilimler alanı için önemli olan alan da reel alandır. Bu alanda dünyadaki olayları (toplumsal olayları ve doğaya müdahale edip akışını değiştirebilecekleri de katabiliriz -örnek: iklimde insan etkisi, ormanların insanlar tarafından yok edilmesi vs.-) ve bunları mekanizmalar olarak tanımlarız. Görülemeseler de mevcut olduklarını düşündüğümüz mekanizmaların varlıklarının mümkün olduklarını ve toplumsal olayları doğurdukları ihtimalini dışlamayız (Lewis, 2001). Basit bir deyişle bir şeyin arkasında başka bir şeylerin olabileceği fikrini dışlamayız; aksine, bunun özellikle toplumsal perspektifte epey mümkün olduğunu aklımızda tutarız. Kaba nedensellik ile realizmin temel ayrımlarından birisi de budur.

Bu üç alanın kendilerine özgü tabakalaşmaları ötesinde, reel alanın yani toplumsal olayların alanının karmaşıklığı da bu anlamda ortaya çıkar. Öncelikle, empirik alanda gözlenen olayların biz insanlar var olmasak da var olmaya devam edeceklerini gözönünde tutalım. Bizler olmasak da ve çok olağandışı bir durum olmadıkça, yarın sabah yine güneş doğacak, gün geceye göre daha aydın olacaktır. Aynı şekilde, kışlar yaşadığımız yerde yazlara göre daha soğuk geçecektir vs. Ancak bunları toplumsal olaylar hakkında söylemek mümkün mü? Sınıf çatışmasından dolayı şu vakitte devrim olacağını söyleyebilir miyiz? Ya da “sınıflar çatışmasında uzlaşmaz çelişki vardır ve -kesinlikle- devrim olacaktır” gibi bir önerme ne derece pozitivizmin ya da determinizmin yani kesinlikçi anlayışın engellerinden muaftır? Geçmişte olan toplumsal olaylardan hareketle ileride olacak hareketlerin ne ve nasıl olacağını söyleyebilmek ne derece bilimseldir? Burada olasılıklar ve öngörüler ile yaklaşmak ve kesinlik belirten ifadeler yerine analiz edilmiş, eleştirel yaklaşılmış olgulardan hareketle ‘mümkün’ demek ve dönüşüm için çabalamanın doğru adım olduğunu ortaya koymak gerekmekte. Bu tabakalar çok sadeleştirilmiş bir biçimde söylersek fiziksel, kimyasal, biyolojik, psikolojik ve toplumsal tabakalardır ve her tabaka kendi başına kendi varlığını nispeten sürdüren bir özelliğe sahiptir ve bu yüzden de hepsi tabir caizse ‘aynı kaba sığdırılamaz’.

Eleştirel realizmde bu yüzden kapalı sistem – açık sistem ayrımına da kısaca değinmek gerekir. Bu ayrım da doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki ayrımlar hakkında güzel bir tanımlama seti ve tabakaların kendilerine özgü analizleri hakkında ışık tutmakta. Kapalı sistemlerde üretken mekanizmalar diğer mekanizmalardan soyut, ayrı ve bağımsız bir biçimde hareket ederler. Yukarıda da paylaştığımız doğal olaylardaki gibi günün aydınlanması için bizim güneşe vs. müdahelede bulunmamıza gerek yoktur; yazın gelmesi için de bizim eylemlerimizin bir ehemmiyeti yoktur. Açık sistemlerde ise birden fazla üretken mekanizma işler ve birbirlerini etkilerler (Danermark et al., 2018). Toplum ve insanlararası ilişkiler böyledir. Haliyle bunların analizi zordur ve üretken mekanizma arttıkça analiz gitgide daha da zorlaşır. İşte tam da bu kapalı sistem – açık sistem ayrımı ile doğal bilimler ve sosyal bilimler arasındaki farkı bu açıdan da anlayabiliriz. Toplumsal analiz yapmak zordur, bir çok mekanizmanın çözümlenmesini şart koşar. Bunlar yıldırmamalıdır ancak gözardı edildikleri zaman gerçekdışı bir zemine kaymak kaçınılmaz hale gelir.

GEÇİŞLİ – GEÇİŞSİZ NESNELER

Kapalı sistem – açık sistem tanımlarının sunulmasından sonra sade bir şekilde söyleyecek olursak: geçişsiz nesne gerçekliktir, geçişli nesne ise teoridir.

Şöyle ki: araştırmalarımızda kullandığımız şey gerçekliğin kendisi değildir. Bilimsel araştırmalarda bu gerçekliğe dair teorileri kullanıyoruz. Hali ile teoriler geçişlidir çünkü onlar gerçekliğe dolaylı bir şekilde bizleri bağlayan şeylerdir. Bu yüzden de gerçekliğin kendisi geçissizdir; kendisidir. Ve yine bu yüzden teori ile gerçeklik arasında daima kah ince kah çok kalın bir ayrım mevcut olacaktır; bu boşluğun çok ince, neredeyse gerçekliğe dokunacak kadar yakın olması bizim gerçekliğe erişmek adına teorik dünyadaki arzumuz ve isteğimizdir; sanırım böyle ifade edebiliriz. Bhaskar bu iki boyut arasındaki farkı ‘bilimin paradoksu’ olarak tanımlar. Çok şahsi bir ifade ile: hakikate erişmek için o boşluğa ‘katlanarak’ hakikat arayışından vazgeçmemek doğru bilimsel uğraştır diyebilirim buna; haliyle bu paradoks bizi yıldırmamalıdır.

İşte yukarıda bahsi geçen pozitivistler böyle bir boşluğu kabul etmeme noktasında dururken bizim bu bahsettiğimiz boşluktan dolayı gerçekliğe asla ulaşılamayacağını söyleyenlerin de niye böyle söylediklerini sanırım daha iyi anlayabiliriz artık. Bu ontolojik boşluk bizi cesaretsizlendirmemeli; bilakis gerçekliğe en yakın ve daha yakın olma konusunda ateşlemeli kanımca.

SONUÇ YERİNE

Sosyal bilimler ile doğa bilimleri arasındaki farklara değindik. Doğa bilimlerinde empirik yaklaşımı kısaca işledik ve bunun gerçeklik ile belirli bir bağı bulunduğunu ancak gerçekliğin kendisi olmadığını anlattık. Ayrıca, henüz gözlemlenmemiş (fiili) olayların empirizmin yetersizliğine dair konumunu hatırladık. Aynı şekilde, reel olarak tanımlanan gerçeklik alanının toplumsal olayların analizinde empirik metod ile açıklanamayacak ve laboratuvara sığmayacak kadar girift yapısını anlattık.

Günümüzde toplumsal dönüşüme yönelik ideolojilerin bu yazıda temel bir bakış açısını yansıtmaya çalıştığım eleştirel realizm (veya felsefi bakış açısı bilimsel metodu aynı zenginlikte olan herhangi bir yaklaşım) ile tekrardan gözden geçirilmesinin hem elzem hem de geç kalan bir yaklaşım olduğunu üzülerek her gün tecrübe ediyorum. Elbette bu yönde pek çaba sarfedildi ancak pratik alanda bunun yansımasını görmek çok zor ve bu düşünceyi savunanlar ile ideolojiler arasında bir kopuş yaşanmasına da neden oluyor bu durum. Üzüntüm ise bu özetini sunduğumuz çerçevelerin bilinmemesinden değil; bilinseler de elin tersiyle itilebileceklerine dair endişemden kaynaklanıyor. Oysa ideolojiler kendilerini yenilerken ve gerçekliğe daha yakın bir yerde konumlanmaya gayret ederken kendilerine öncülük etmiş olan tarihsel şahsiyetlere hakaret etmiş olmazlar. Bilakis düzelttikleri, geliştirdikleri ve gerçekliğe daha da yakınlaştıkları ölçüde o şahsiyetlere bilimsel gerçeklik hakkındaki yanlışlanabilirlik çerçevesinde yanaştıkları için en büyük borcu ödemiş olurlar.

Selam ve sevgi ile.

Kaynaklar

Bhaskar, R. (2008). A realist theory of science. Oxford: Routledge.

Bhaskar, R. (2010). Plato etc.: The problems of philosophy and their resolution. Oxford: Routledge.

Danermark, B., Ekström, M., Jakobsen, L., & Karlsson, J. C. (2018). Toplumu Açıklamak: Sosyal Bilimlerde Eleştirel Realizm. Ankara: Phoenix.

Glanzberg, M. (2021). Truth. In E. N. Zalta (ed.) The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer 2021 ed.). Stanford University (Summer 2021 ed.). https://plato.stanford.edu/archives/sum2021/entries/truth/

Lewis, P. (2001). Realism, causality and the problem of social structure. Journal of theory and social behaviour, 30(3), 249-268.

P.S: Bu konuda Toplumu Açıklamak: Sosyal Bilimlerde Eleştirel Realizm (Danermark et al.) kitabının özellikle ilk üç bölümünün okunmasını tavsiye ederim. Ben de bu yazıda oradaki açıklamalardan (da) faydalandım.
16 Ocak 2022’de yayınlandı. Zaman içerisinde değişikliğe uğrayabilir, uğrayacaktır.