Ön açıklama: Yazıyı çevirmemdeki amaç yazaraın hem İsrail’de olan bitene dair önemli bilgiler vermesi hem de bu içerik üzerinden insanların kendi yaşadıkları alanlarda kendi durumlarını gözden geçirmelerine dair düşüncemdir. Sömürge ulus mensuplarının daha da fazla düşünmesi gerektiğine inanıyorum (CK).
19 Nisan 2023 tarihinde NLR Sidecar‘da yayınlanan orijinalinden çevrilmiştir. https://newleftreview.org/sidecar/posts/fantasies-of-israel?pc=1508
Bu ay İsrail’deki haberleri izlerken ülkenin dört bir yandan saldırı altında olduğunu düşünebilirsiniz. Üç Anglo-İsrailli yerleşimci Batı Şeria’da gerillalar tarafından öldürüldü; Tel Aviv’de bir araba kazası olabilme ihtimali olan ancak büyük ölçüde bir terör olayı olarak sunulan olayda bir İtalyan turist öldü ve yedi kişi yaralandı; ve İsrail Savunma Kuvvetleri 2006’dan bu yana Lübnan’dan atılan en büyük roket salvosunu durdurduğunu iddia etti. Genelde olduğu gibi bu haberlerde de İsrail askerlerinin Filistinli gençleri infaz ederek ya da evlerini bombalayarak öldürdüğü işgal altındaki topraklardaki ölüm tarlaları özenle görmezden gelindi. Yine de medyada yer alan haberlerde yeni olan şey şaşkınlık havasıydı: İsrail’in aşırı sağcı hükümeti nasıl olur da Yahudi vatandaşlarına güvenlik – ya da en azından güvenlik hissi – sağlayamazdı? Bu ihmalin suçlusu kimdi?
Benjamin Netanyahu’ya göre sorumluluk devam eden protesto hareketindeydi. Ocak ayının başından bu yana, mahkemelerin siyasi olarak ele geçirilmesini sağlayacak, Başbakan’ın yolsuzluk davasında mahkumiyetten kaçmasına olanak tanıyacak ve Ortodoks Yahudiliğin hem kamu hayatında hem de hukuk sisteminde etkisini arttıracak olan yargı reformlarına karşı çıkmak için yüz binlerce insan sokağa döküldü. Netanyahu kendisini eleştirenleri ulusu bölmek ve zayıflatmakla suçlarken, önlemlerin kabul edilmesi halinde göreve gelmeyecekleri tehdidinde bulunan yedek askerlere de ateş püskürdü. Kendisine yakın kişiler de ABD’nin göstericileri finanse ettiği söylentisini yaydı (bu yalan bir haberdi, ancak Başkan Biden’ın reformları kamuoyu önünde kınaması göz önüne alındığında su götürmez bir gerçekti).
Son anketlere bakılırsa Netanyahu’nun mesajı etkili olamadı. Pek çok İsrailli için bu tür güvenlik risklerini yaratan Başbakan’ın kendisiydi. Başbakanın popülaritesi tarihi bir dibe vurmuş durumda ve bugün seçim olsa muhtemelen kaybeder. Eski destekçilerinin güvenini yeniden kazanma – İran ve müttefiklerinden geldiği varsayılan savaş tehdidi altında onları Siyonist uzlaşının sıcak kucağına çekme – girişiminde başarısız olan Başbakan şimdi iki cazip olmayan seçenek arasında seçim yapmak zorunda: ya reformlardan vazgeçecek ve sokaktaki direnişi bastıracak ya da reformlara devam edecek ve Yahudi vatandaşlar arasındaki bölünmeleri derinleştirecek. Bu bölünmelerin İsrail devletini içeriden zayıflatabileceği öngörüsü şu aşamada erken görünüyor. Ancak bu bölünmelerin Siyonist yapıda ciddi çatlaklara yol açtığına ve bu çatlakların önümüzdeki yıllarda daha da genişleyebileceğine şüphe yok.
Eğer ufukta toplumsal bir çöküş görünmüyorsa, bunun nedeni büyük ölçüde ülkenin devasa güvenlik aygıtıdır. İsrail hala ordusu olan bir devletten ziyade devleti olan bir ordu. Yeni otoriter hükümet tarafından bile zorlanmayacak olan önde gelen askeri figürlerin onayı olmadan güvenlik politikasında önemli değişiklikler yapılamaz. Bu tabaka mevcut çerçevenin korunmasına yatırım yapacağının sinyallerini açıkça vermiştir. Özünde bu, Filistinlilerin ayrım gözetmeksizin öldürülmeye devam edilmesi, ev yıkımlarının uygulanması ve yerleşimci pogromlarının onaylanması anlamına gelmektedir. İfade ve toplanma özgürlüğünden mahrum bırakılan Filistinli İsrail vatandaşlarına karşı kurumsallaşmış ayrımcılığın uygulanması anlamına gelmektedir. Ve Gazze’nin düzenli olarak bombalanması ve kuşatılmasının yanı sıra Suriye’ye yönelik neredeyse haftalık hava saldırılarını da içermektedir.
Bu faaliyetleri tasarlayan ve yürüten memurlar son gösterilerin arkasındaki çekirdek grubu oluşturuyor. Gazze Şeridi’nde ve ondan önce Batı Şeria ve Lübnan’da sayısız savaş suçu işlemiş olan askeri yetkililer, şimdi ortaya çıkan muhalefet bloğunda önemli bir rol oynuyorlar. Bu kişiler, Netanyahu’nun politikasını sadece güvenlik aygıtlarına değil, aynı zamanda finans kurumları, yargı sistemi ve akademi gibi devlet içindeki güç tabanlarına yönelik bir saldırı olarak gören daha geniş bir Aşkenazi (Avrupalı Yahudi) elitinin bir parçasını oluşturuyor. Reformların bu kurumlar üzerindeki kontrollerini zayıflatacağını ve İsrail’i daha dindar, daha milliyetçi ve daha yayılmacı yapmak isteyen Ortodoks Yahudiler, yerleşimciler ve Mizrahi (Doğulu Yahudi) Likud destekçilerinden oluşan isyancı bir koalisyonu güçlendireceğini düşünüyorlar. Onlara göre bu neo-Siyonist koalisyonun zaferi seküler yaşam tarzlarını tehdit edecek, devletin güvenliğini tehlikeye atacak ve uluslararası imajını daha da zedeleyecektir.
Dolayısıyla Batı medyasının protestoları İsrail demokrasisini siyasi aşırılıktan kurtarma çabası olarak tasvir etmesi umutsuzca çarpıtılmış bir yaklaşımdır. Hareket, bırakın yeşil hattın her iki tarafındaki Filistinlilerin haklarını, azınlıkların haklarını bile korumaya çalışmıyor (her demokrasinin ilk görevi). Yeni yönetimin ilk yüz gününde, laik İsrailli Yahudiler hegemonyalarını korumak için savaşırken, çoğu çocuk olmak üzere yüze yakın Filistinli İsrail güçleri tarafından öldürüldü. Bu ölüm çılgınlığı gösterilerin hiçbirinde yer almadı. İsrail bayraklarının yanına Filistin bayrağı asmaya çalışanlar zorla dışarı çıkarıldı. İsrail’in Yahudi aileleri arasındaki bu kan davasında Arapların yeri olmadığı açıktır.
Bunun yerine protestocular, İsrail’in fantezisi olarak adlandırılabilecek bir şeyle motive oluyorlar: Filistin’i işgalini içeride ve dışarıda meşrulaştırmak için yeterli ahlaki sermayeye sahip laik demokratik bir devlet. Bir Yahudi vatanı hayalini korumak için Araplara boyun eğdirmesi gereken istisnai bir ulus olarak görülmekten mutlular ama aynı zamanda Küresel Kuzey’in ‘medeni’ standartlarına uymak için de çaresizler. Liberal Siyonizmleri bir dizi oksimoron üzerine kuruludur: Aydınlanmış bir işgalci, hayırsever bir etnik temizleyici, ilerici bir apartheid devleti olarak İsrail. Netanyahu hükümeti sayesinde bu imaj artık tehdit altında; çelişkileri artık kontrol edilemez durumda. Devletin itibarı sadece ülke içinde değil, aynı zamanda İsrail’i Ortadoğu’daki tek demokrasi ve Tel Aviv’i dünyanın LGBT başkenti olarak selamlarken birkaç mil güneydeki kuşatma altındaki Gazze gettosunu görmezden gelen ‘uluslararası toplum’ nezdinde de zedeleniyor.
Çoğu liberal, çoğu seküler ve çoğu Batı kökenli yarım milyon Yahudi’nin apartheid rejimini savunmak için sokaklara dökülmesinin nedeni budur. Netanyahu’yu önerdiği değişiklikleri ertelemeye zorlamış olsalar da, nihai başarı şansları belirsizliğini koruyor. Reformlar rafa kaldırılsa bile İsrail, dindar Kudüs’ün yanında laik bir Tel Aviv’in varlığıyla yapısal olarak bölünmüş olmaya devam edecek. Bu gerilimin siyasi olarak nasıl sonuçlanacağını kimse tahmin edemez. Ancak net olan bir şey var ki o da devletin Filistinlilere yönelik politikası üzerinde çok az somut etkisi olacağı. Tüm farklılıklarına rağmen iki İsrail kampı, ulusun üzerine inşa edildiği yerleşimci-sömürgeci projeye verdikleri destekte birleşiyor. Yerleşimci sömürgecilik, siyasi uyumun önündeki başlıca engel olarak görülen sömürgeleştirilmiş halkların her zaman insanlıktan çıkarılmasını gerektirir. Soykırım, etnik temizlik ya da yerleşim bölgeleri (anklavlar) ve gettolar oluşturma yoluyla yerli nüfusu ortadan kaldırma arzusuna dayanır. İsrail’de her Filistinli bir vahşi ya da potansiyel terörist, her Filistin toprağı da bir savaş alanı olarak algılanmalıdır.
Bu temel mantık, Filistinlilerin statükoya dönüşten kazanacakları hiçbir şey olmadığı anlamına geliyor. Nitekim ‘merkezci’ Yair Lapid liderliğindeki önceki hükümet de şiddet içeren işgali sürdürmeye kararlıydı. Arap bir partinin dahil edilmesi İsrail’in Filistinli azınlığı için hiçbir somut fayda getirmedi. Devlet görmezden gelirken hala suç çeteleri ya da tetikçi polis memurları tarafından vurulma ihtimalleri vardı; hala 2018 apartheid yasası kapsamında ikinci sınıf vatandaş olarak görülüyorlardı; hala yasal ve mali ayrımcılığa maruz kalıyorlardı; ve hala Yahudi kasaba ve yerleşimlerinin çoğalmasıyla mekansal olarak boğulmuş durumdaydılar. Bu tür ihlalleri görmezden gelerek ‘demokrasiyi’ yücelten mevcut protesto dalgası, İsrail’in temel paradoksunun altını çizdi: İsrail hem demokratik hem de Yahudi olamaz. Ya ırkçı bir Yahudi devleti olacak ya da tüm vatandaşları için demokratik bir devlet olacak. Bunun ortası yoktur.
Tam da bu nedenle İsrail artık küresel nüfusun geniş kesimleri tarafından olumsuz bir şekilde değerlendiriliyor. Şimdiye kadar Batı, Arap Dünyası ve zaman zaman Küresel Güney’deki hükümetlerle stratejik ittifaklarını sürdürmeyi başarmış olsa da, uluslararası alanda izole olma riskiyle karşı karşıya. Protestocular haklı olarak, ülkenin fantezi imajını sürdürememesi halinde, apartheid Güney Afrika’sına benzer bir kaderi yaşayabileceğinden korkuyorlar: güvenilirlikte kademeli bir düşüş, öyle ki aşağıdan gelen siyaset yukarıdan gelen siyaseti etkileme yeteneği kazanıyor. Bu durumda İsrail askeri gücünden dolayı hala yaşayabilir ama daha fazlası değil. Bu da Siyonist projeyi ciddi şekilde tehlikeye atabilir; ancak 1980’lerde Güney Afrika’da olduğu gibi, rejimin en kötü vahşet biçimlerine başvurarak kendini kurtarmaya çalıştığı an da olabilir.
Mevcut hükümetin muhalifleri ve destekçileri arasındaki temel farklardan biri, birincilerin küresel sivil toplumun İsrail hakkında ne düşündüğünü önemserken ikincilerin önemsememesidir. Aşkenaz seçkinler, aşırı sağcı yönetimin terk etmeye giderek daha istekli olduğu bir ‘insan yüzlü Siyonizm’ biçimini savunmaktadır. Bu çatışmanın sonucu kısmen İsrail’in dokunulmazlık ve istisnacılık aurasını koruyup koruyamayacağını belirleyecektir. İsrail-Filistin’in yakın tarihi boyunca dünya kamuoyu sık sık başka gelişmelerle yön değiştirdi: önce Arap Baharı, şimdi de Ukrayna’daki savaş. Ancak Filistinlilerin davası bu dalgalı ilgiye rağmen varlığını sürdürdü. Bu durum İsrail’i uluslararası bir parya haline getirmek için kullanılabilir mi?
Okumaya devam edin: Perry Anderson, ‘The House of Zion’, NLR 96.