Merhaba sevgili Barış. Nasılsın?
Merhaba. Teşekkürler. İyi olma gayretinde bir ömür işte, herkesin olduğu gibi. Çağruhundan hallice diyelim şimdilik.
Sanatı nasıl tanımlarsın? Felsefe ve bilimin yanına sanatı insanı ve dünyayı anlamakta bir araç olarak görebilir miyiz?
Bu soruya şuradan cevap vereyim: Sanat tarihinde ilk öğretilen şeylerden biri, sanatın tanımının sanat tarihçisinin işi olmadığıdır. Ben bunun aksini düşünüyorum. Nesnesini koyutlayamayan kişi bilim yapamaz. Zira, felsefe dilinde söylersek, nesne edinmenin kendisi bir soruya verilmiş cevaptır. Dolayısıyla “Ben bundan sonrasına başlıyorum” derse birisi ya fikrini gizlemeye çalışıyordur ya da konusu hakkında hiç fikri yoktur diye düşünüyorum. Öte yandan sanatın tanımını yapmanın belirgin zorlukları var. Tanım üretmenin, kavramsal çerçeve çizmenin kendisi zaten başlı başına zor konular, ancak sanat konusunda bu zorluk bir başka boyuta sıçrıyor. Sanatların teker teker farklılıklarının bir sanat adı altında birleşip birleşemeyeceğinden başlayarak (örneğin Gombrich, “Sanat yoktur, yalnızca sanatçılar vardır” diyerek başlıyordu ünlü kitabına), sanatın varlık alanının bir çeşit “kavramsızlık”la düğümlendiğine dek (Kant’ta bu böyledir) çok farklı katmanlarda zorlukları var bir sanat tanımı üretmenin. Yine de bu tanımlama çabasının kendisinin boşuna olduğu anlamına gelmiyor. Böyle söylemek bütün estetik tarihine hakaret olurdu. Yalnızca ancak çok büyük bir soru işareti ile birlikte hareket etmemiz gerektiğini unutmamamızı söylüyor bu uyarı. Bu kadar girizgâhtan sonra sadede gelecek olursam, Nietzsche gibi düşündüğümü söyleyebilirim bu konuda; sanat yaşama bir katlanma biçimidir, herhangi bir şeyin temsili ya da aynası değil, aksine bir şeyin kendisi olabilmektir. Platon idealizminden Feuerbach materyalizmine, Merleau-Pontyci fenomenolojiden Deleuzecü rizom düşüncesine çok uzun ve katmanlı bir tarihi var bu tek cümlenin.
Sorunun ikinci kısmındaki “anlama” ve “araç” sözcüklerini paranteze alabilirsek şayet, sanatı bilim ve felsefenin yanına değil üstüne koyardım. Söylediğin gibi bilim ve felsefe anlama çabalarıdır. Sanatın araçsallığı, araç olarak kullanımları olabilir, ama o araç değildir. Araç olduğu yerde sanat değildir hatta. Sanat-oluş dediğimiz bir şeyden söz ediyorsak bu yaşamla doğrudan bir ilişkiye geçme biçimidir, “anlama yetisi” aracılığıyla değil. Neyse, burası da bir kitaplık açıklama gereksiniyor tabii. Ancak sorunun imasını ön planda tutarsak şunu söyleyebilirim: Sanat yaşamı yaşamanın yegane yoludur.
İstersen Bitmeyen Tanzimat ile başlayalım. Manos Kitap tarafından geçtiğimiz aylarda yayımlanan Bitmeyen Tanzimat’ın bir mesajı var mı, varsa bunu nasıl ifade edersin?
Bitmeyen Tanzimat neredeyse 90’ların ortasından itibaren kaleme alınmış edebiyat yazılarımın bir derlemesi, biliyorsun. Dolayısıyla kitaptan tek bir mesaj çıkarmak kolay değil. Bununla birlikte, kitabın “Türk Edebiyatının Bitmeyen Tanzimatı” adlı uzunca giriş yazısı, bütün yazıların, makalelerin etrafında döndüğü bir bağlam oluşturmaya çalışıyor. Daha doğrusu, benim kitapta olduğuna inandığım bir bağlamı ifade etme çabam diyebilirim bu giriş yazısı için.
Öncelikle bir modernizm-postmodernizm tartışması var kitabın dokusunda. 90’ların ana başlığı buydu, biliyorsun. Oradaki temel argümanım, zamanında Türkiye’de postmodernizm olarak adlandırılan şeyin, en başarılı örneklerinde bile, aslında yüksek modernizmin ortalama varyasyonlarından başka bir şey olmadığı yönünde. Döneminde konu üzerine yazılmış yazılar, tartışmaların hangi bağlamlarda nasıl yürütüldüğünü örnekleyerek, buna tanıklık ediyorlar kitapta. İkinci önemli tartışma alanı ise öykü. 90’larda bir anda popüler bir edebî tür haline gelmişti öykü. Özellikle de kısa ya da kısa kısa öykü. Bunun üzerine analizler yer alıyor Bitmeyen Tanzimat’ta büyük oranda. Hem döneminde tutulmuş kayıtlar hem bugünden geriye doğru uzanarak yapılan değerlendirmeler. Bu bağlamda, öykü dünyasından yola çıkarak, edebiyat-politika ilişkisine uzanıyorum. Postmodernist olarak görülen yapıtların politikayla kurduğu ilişki ve içleme-dışlama mekanizmalarına bakmayı deniyorum. Nereden bakılsa son 20 yılın bir değerlendirmesi niteliğinde bu bölümdeki tartışmalar. Son dönem yazılarım ise edebiyat ve plastik sanatlar ilişkisinden başlayarak, avangard yapıtlara, oradan yaratıcı yazarlık gibi uygulamaların eleştirisine dek uzanıyor. Yine de, bütün bu bağlamların ötesinde bir mesaj sorarsan, sanırım, artık Tanzimat tartışmalarının dışına çıkmamız gerektiğini öne sürebilirim. Bitmeyen Tanzimat’ın mesajı, sanatın artık politikanın hükmünde değil bizzat politik bir hamle olarak varolabileceği yönündedir. Bütün bu, modernizm, çağdaşlaşma, angaje sanat, özerklik vb. tartışmalarının ötesinde sanat bugün bizzat politik bir güç gibi örgütlenebilir. Bunun çoğu insana hâlâ çok uzak geldiğini görebiliyorum. Ama aynı zamanda, değişen konseptleri, politika yapma biçimlerini ve aşağıdan bir kıpırdanışın yukarı doğru yükseldiğini de görebiliyorum. Sözünü ettiğim şey tam olarak bu. Tek bir cümleyle bu sözlerimi hem savunup hem örneklendirebilirim: Kimse ihtimal vermiyordu ama bizim bir “Gezi”miz var artık.
Algılarımızda 1990’lı yıllardan çıkamadığımızı ve neoliberalizmin etkisinden kurtulamadığımızı yazmıştın. Söylemsel (ve tabi eylemsel) zorlukları nasıl aşabiliriz?
90’lar algısı şu an kanon olma yolunda. Oradan türüyen “politik doğrucu” pozisyonlanmalar var entelektüel dünyamıza egemen olan. Neoliberalizmin kültürel alandaki hegemonyasıyla ilgili kastım tam olarak budur. Bugün bu durum her zamankinden daha fazla “sentaks”la ilgili. Yanlış anımsamıyorsam yine Nietzsche söylüyordu, sentaksın bir baskı aygıtı olduğunu, rıza üretmeye yaradığını. “Aktivizm”in “devrimcilik”i nasıl galebe çaldığına bakın. Dilsel örgütlenişin iktidarından söz ediyorum. “Farkındalık yaratma” adı altındaki sosyal projelerden büyük sermaye gruplarının kültür-sanat ayaklarının Marksist literatürle flörtüne dek büyük bir söylemsel savaş sürüyor politika alanında. Sanırım bu Althusser’in 60’larda “üstyapı”nın rolü konusunda tümüyle haklı olduğunu gösteriyor bize. Yine de 2000’ler sonrası çok şey değişti Türkiye’de. Ağır bir karanlık ve baskı dönemi var. Ama biz zaten buna alışığız. Tersi olsa şaşırtıcı olurdu. Bununla birlikte eskisi gibi değil hiçbir şey, eleştirel pozisyonlar git gide sağlamlaşıyor. Ülkede yapılan yayın sayısına bakın. Bunların arasında telif yayınların sayısı epey sınırlı olsa da yok değil ve olanlar da gerçekten kendi çizgilerini yaratmak için zorlayan çalışmalar. Eskisi gibi sağdan soldan kapılmış düşünceleri kendine mal etme çabası yerine harekete geçmek için pozisyon arayışları, özneleşme çabaları var. Ben sosyolog değilim bunları birer birer örnekleyemem ama çağruhunu biraz olsun koklayabilen herkes yeni bir şeyin gelmekte olduğunu görebilir kanımca.
Sence sanatın felsefe ile ilişkisi ne durumda? Filozofların sanata bakışı ve senin bu anlamda perspektifini en tutarlı bulduğun filozof(lar) ya da kuramcı(lar) kimdir?
Sanat ile felsefenin tarih boyunca hep gerilimli bir ilişkisi olmuştur. Bir bakıma yakın bir ilişki de denebilir buna ama hep bir çekişme var gibidir aralarında. Az önce sözünü ettiğim gibi hakikatle ilişkilenme biçimlerinden kaynaklanıyor bu gerilim, gayet anlaşılabilir bu yüzden. Öte yandan bugün genellikle üzerine tartıştığımız nokta bu değil. Daha çok felsefe-sanat ilişkisi dendiğinde ortaya dökülen yanlış anlaşılmaları gidermeye çalışmakla geçiyor mesaimiz. Bunda sanatçıların ya da sanat eleştirmenlerinin olduğu kadar felsefecilerin de payı var. İki tarafta da alanlarının özerkliğini korumaya çalışmaya dönük, benim pozitivist refleks dediğim, muhafazakâr bir tutum var öncelikle. Bunu aşmadan bir yere gitmek mümkün değil. Sanatı felsefesiz düşünemezsiniz. Öte yandan, sanatları felsefe diline tercüme ederken, yani evrensel bir sanat kavramı koyutlamaya çabalarken (bunun olanaksızlığını ispata çalışırken bile tümellere başvurulduğunu unutmamak gerekir) yapılan indirgemeler büyük bir sorun. Zaten zorluğu ifade ederken bile bunun son kertede bir “tercüme etkinliği” olduğundan söz ettim. Bu tercüme, indirgeme anlamına geliyor en başta. Bunu sürekli akılda tutmak gerekir konuşurken.
Öte yandan konu çağdaş sanatlara geldiğinde sorun kat be kat büyüyor. Zira çok yeni bir alandan söz ediyoruz. Filozofların buna yeterince mesai ayırdığını düşünmüyorum henüz. 20. yüzyılbaşı filozofları, sanat kuramcıları bu konuda daha çok mesai yapmışlardı kuşkusuz. Ancak 1960’lardan bu yana sanat, filozofların bir tür arka bahçesi haline dönüştü. Kendi kuramlarının kimi yanlarını tartışacakları, argümantasyon geliştirecekleri bir yan etkinlik alanı oldu. Gilles Deleuze’den Jacques Rancière’e, Giorgio Agamben’e dek bunun çok fazla örneğini bulmak mümkün. Elbette çok işlevsel katkıları var sanat kavramına bu düşünürlerin, ancak çok fazla yanlış anlama ürettiklerini de eklemek gerekiyor hemen ardından. Bir sanat tarihçisi olarak, sanatların içinden konuşan biri olarak anlıyorum ben bu kimliği, şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim: felsefe alanında Nicolai Hartmann’ın Estetik’inden (1953) bu yana sistematik bir çalışma yok sanat üzerine. O günden bugüne sanatlarda değişen şeylerin çokluğunu bir kenara bıraktım, Hartmann’ın kendi günceli sayabileceğimiz Dadacıları ne kadar takip ettiği ya da anladığı üzerine de düşünmek gerek. Dolayısıyla epeyce taze bir alanda at sürüyoruz çağdaş sanat-felsefe ilişkisinden söz ederken.
Çağdaş düşünürlerden özellikle Jacques Rancière’in çalışmalarını çok önemli buluyorum. Rancière “duyulurun paylaşımı” kavramsallaştırması üzerinden yeni bir estetik alımlama modeli öneriyor ve çağdaş sanat bağlamında bu özellikle değerli bana kalırsa. Sanatı sosyolojinin sıkıştırdığı çıkmaz sokaktan çıkaracak bir tünel olabilir bu kavramsallaştırma. Ancak gerek Rancière ve Alain Badiou’nün gerekse Agamben’in çalışmalarındaki sanata dair yeni uçlar aynı zamanda avangarda ve kavramsal sanat sonrası sanatın gelişimine hâlâ yeterince açık değiller. Arada, Agamben örneğinde olduğu gibi, kestirmeci açıklamalar gelebiliyor. Klasik sanat modellemelerinden kurtuluyoruz belki onların yaklaşımlarında ama ya antik döneme ya da Ortaçağ’a sapıyoruz bu sefer. Güncel olanı yakalamaya yeltendiklerinde ise felsefelerindeki kimi problemler önplana çıktığından estetik sorunsalını ıskalıyorlar bana kalırsa.
Aslında Ters Dönmüş Bir Kurbağa ile Sanat Üzerine Konuşmalar kitabında bu konuya yoğunlaşmıştın. Geçen sene yayımlanan Ekphrasis Üçlemesi’nde de devamı geldi. Çağdaş sanat üzerine çalışmalarını ve perspektiflerini anlatabilirsen çok memnun olurum.
Çağdaş sanat diye tanımladığımız alan 1960 sonrasını imliyor büyük oranda. Modernizm ile arasında ben ciddi bir ayrım görmüyorum. Asıl sorunumuz, bu bağlamda, modernizmin tanımı ve içeriğinin doğru düzgün anlaşılması. Bunu tam olarak konumlandıramadığımız için bir sürü terim karmaşası yaşıyoruz daha ilk başta. Benim bu konudaki düşüncem, Amerikalı araştırmacı Fredric Jameson’ın izleğinden giderek, bir tür geç-modernizm paradigması içinde olduğumuz yönünde. Yani modernizmin sorunsallarının içindeyiz hâlâ. 19. yüzyılın sonundan itibaren önümüzde olan sorularla boğuşuyoruz. Elbette kimi adaptasyonlar ve kırılmalarla birlikte.
Bana göre çağdaş sanat için kırılma noktası “kavramsal sanat”ın ortaya çıkışıdır. Kavramsal sanat sadece bir akım ya da teknik, malzemeyle ilgili bir gelişme değildir; büyük harfle yazılan Sanat’a karşı bütün o Dadacı müdahalelerin sonucunda estetik teorisinde yeni bir sayfa açma girişimidir. Bu yönüyle Yeni-Avangardların, Fluxus’un, Minimalizm’in vb., hepsinin sonuçta ulaştığı teorik bir önerme olarak görmek gerekir Kavramsal Sanatı. Sanatın kendisi sanat edimlerinin bir teorik yeniden inşası haline gelmiştir bu noktadan itibaren. Bu çok büyük bir adımdır ve hem sanatla doğrudan ilgili kişiler hem de felsefeciler tarafından hâlâ tam olarak kavrandığını düşünmüyorum. Bütün avangard girişimin, sanatın hayat haline gelmesi hamlesinin, ürün-oluşun/metalaşmanın ötesine geçişin anıdır. Lakin, ne yazık ki, bu hamleyi bizden önce kapitalizm kavramış görünüyor. Bu, bir yandan çok anlaşılabilir aslında. Zira, Lefebvre’nin söylediği gibi, kapitalizm kodlarla çalışır, kodlara bakar, onları takip eder ve müdahalesini yine onlarla yapar. Yeni olanı, dönüşümü kapma hızı onu hayatta tutar. Sorumlusu olduğu “kriz”i yönetme tarzı budur. Kavramsal Sanatı da müzeleştirmenin, ticarileştirmenin yolunu buldu kapitalizm. En azından çağdaş sanat diskuru içinde bu yönde adım atan burjuva kültürü. Resmin diğer yanında, başka bir toplum/ dünya tasavvuru olan devrimci bir perspektiften baktığımızda, içinde kaldığımız pozisyon üzücü. Zira bir akım olarak Gerçekçilik’i sahiplenme biçimimizde olduğu gibi gelenekselci bir pozisyona sıkışmış kalmış görünüyoruz. Eisenstein’ın, Vertov’un sinemasını düşünelim. Gerçekliğin ilkelerini yeniden düzenleme girişimiydi Sovyet sineması. Oysa bu girişim bugün Hollywood sinemasının abc’si haline gelmiş durumda. Bizse Courbet’nin Taş Kırıcılar’ına (1849) dönmeye çabalıyor görünümündeyiz. Neyse, bu çok uzun bir mesele, burada sadece değinmiş olalım. Belki ilerde açma fırsatı buluruz.
Peki, sanat ile politika arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsun? Sanatçının politik bir konumu olmalı mıdır?
Jacques Rancière’in bence sanat teorisine en önemli katkısı bu noktada. Özetle söyleyecek olursak, sanatın da politikanın da bir zaman ve mekâna düzenleme biçimi olduğunu söylüyor Rancière. Bu yönüyle ikisi de aynı şeyi yapıyorlar dünyada. Sadece farklı yöntemlerle. Bu saptamada devrimci olan şey, bana kalırsa, sanatın politikayla ilişkisi sorusunu ortadan kaldırması, bunu dışsal bir ilişkisellik gibi kurduğumuzda karşımıza dikilen saçma sorunların hepsini birden silmesi. Mesela “Sanat sanat için mi, yoksa toplum için mi” gibi tümüyle yanlış ifadelendirilen sorunları daha baştan geçersiz kılıyor. Sanatın mekâna ve zamana bir müdahalesi vardır ve bu doğası gereği politiktir. “Kendiliğinden politiktir”den ziyade kastım, sanat her koşulda bu “irade”yi bünyesinde taşır. Bu noktadan sonra sanatın iradesiyle sanatçının iradesi de kendiliğinden ayrılmış olur. Zira bazı durumlarda sanatçının politik kimliğiyle ürettiği eser tümüyle zıt yönlerde çalışabilirler.
Eğer ki bunu, yani sanatçının ve sanatın politikasının farklı olduğunu kabul edersek, sanatçının politik tutumu diye sorduğunda ben bunu bir kişinin politik tutumu olarak anlamaya başlıyorum. Bu bağlamda mesela entelektüelin politik bağlamı konuşulabilir. Üstyapı alanında ürün veren bir özne olarak entelektüel kendini politik bağlama nasıl yerleştirir, bence cevaplanması gereken doğru soru bu. Ki kolay soru da değildir. Çünkü üstyapının bir parçası olarak konuşmaya başladığınız yer sizi, öyle ya da böyle, iktidar pratiklerinin bir uzantısı haline getirmiştir çoktan. Dolayısıyla öyle sanıldığı gibi pozitif ayrıcalıklı bir yerden başlamıyorsunuz politika üzerine konuşmaya, aksine negatif bir pozisyonu var entelektüelin politika bağlamında. Bunu tersine çevirmek mümkün değil mi? Mümkün elbette. Zira politika eylemi bize sunulan sınırların kabul edilmemesinden başlıyor. Kendi tanımınızın dışına çıktığınız yerden başlıyor politika. “Farkın tanıma olan mesafesi” diyebilirim politikanın genel bir belirlenimi olarak. Entelektüelin kendini fark olarak inşası sınıfsal bir soru bu bağlamda. Bir işçi için politikanın varlığının tam tersi yönde büyük oranda. İşçide “fark”, kendisine dayatılan yaşamdan, dolayısıyla kendisine biçilen sınıfsal pozisyondan bir özgürleşme iken (Marx bunu Hegelci terminolojiden devraldığı şekliyle “kendinde sınıf”tan “kendi için sınıf”a dönüşüm, dolayısıyla sınıfın bir tür aşılması olarak görüyordu) entelektüelde aksine bir sınıfsal bağlamın politikanın koşulu olarak belirir. Bu anlamda entelektüelin politika sorusu onun sınıfsallığı sorusudur. Ki günümüzde bunun farkında olması bile bir mesele.
Sanatçının politikasından sanatın politikasına sıçrayacak olursak hızlıca şunu söyleyebilirim: Mekânın kontrolü ve düzenlenmesi tarih boyunca politikanın ana başlığını oluşturuyordu. Elbette hâlâ da öyle. Mekân, yani uzam, yani şeylerin birbirine göre ve birbiri için düzeni… Bugün polis rejiminin hegemonyası burada her zamankinden güçlü. Öte yandan zamanı manipüle etmek için sanat her zaman çağının önünde oldu. (Avangardı anlamak için burası kilit nokta bana kalırsa.) “Oluş”la doğrudan ilişkisi yüzünden böyle olmak zorunda. Sanatın kavramsızlığı bile bize bunu getiriyor. Neyse, uzatmayayım. Sanat kendi zaman anlaşıyını çağına dayatacak yeni stratejilerle politika hamlesini yapar. Şeylerle aramdaki mesafeyi düzenleyemiyorum belki ama şeylere bakma tarzımı düzenleyebilirim. Bu “tarz”, bir fark olarak şeylere de işlenecektir. Bunu eşzamanlı tanımlamak gerçekten zor. Ancak geriye dönüşlü olarak, yani tarihsel bağlamda daha rahat gösterebilirim. Örneğin video sanatı 60’larda şeylere yeni bir bakma tarzı öneriyordu. Bu tarz 68 hareketi içinde cisimleşti. 68 gençlik hareketinin zamanı kullanma biçimi, örneğin “gece” konsepti bağlamında Bryan D. Palmer, Karanlığın Kültürleri kitabında bunu çok güzel anlatır, tümüyle farklılaşmıştır. Yine aynı dönemden Sitasyonist Enternasyonal’in başyapıtı olarak gösterebileceğimiz Guy Debord’un Gösteri Toplumu’nda, videonun taşıdığı bu zaman eleştirisinin ve yeniden kullanımı önerisinin derin yansımasını görürüz. Ne var ki o da büyük bir hızla sistem tarafından kapılmıştır. MTV ve klip kültürüdür kapitalist kültürel kodlama sisteminde bunun karşılığı.
Buradan bakılınca politikanın karakteri çok yalın bir biçimde görülecektir. Daha iyi bir sistem, daha doğru bir organizasyon vb. değildir politika. Verili olanın çerçevesini kırma, onun dışına uzanma eylemidir. Sanat bunu her seferinde mükemmel bir şekilde yapar. Sonra yeniden yapar.
Çok teşekkür ederim vaktini ayırdığın için. En içten dileklerimle.
Ben teşekkür ederim.