Corona virüsü ve komünizmin yeniden icadı(!)

Psikanalizin önde gelen isimlerinden Jacques Lacan, Sigmund Freud’u yeniden okuma şiarı ile İsviçreli yapısalcı dilbilimci Ferdinand de Saussure’den alıp psikanalize seçiçi bir biçimde uyguladığı ve psikanalizi bir anlamda klinik yanından ayırıp güzel sanatlar ve felsefeye de eklemleyen bir yaklaşımla, bilinçdışının bir dil gibi yapılandığını vurgulamıştı. Bu yaklaşım, daha önce ilaç kullanımına karşı çıkmayan Lacan’ın, ilaçtan kaçınma önerilerine kadar gidecekti; Freud’un konuşma tedavisi anlayışı daha da gelişmişti Lacan’da! Freud’un Ödipüs Kompleksi’ni hem eleştiren hem de ondan yararlanan Lacan, ‘Babanın Adı’ ile bir gösteren (signifier) ortaya koydu. Çocuk, hem annesinin kendisini sevdiğini bilir, hisseder hem de annenin babasına olan arzusunu algılamaktan ve bu arzunun kendisine dönmesi (karşı)arzusundan alıkoyamaz kendisini. Çelişki de oradadır; sevilen ama arzu edilmeyen bir özne olarak görür kendini çocuk. Keza, nesnenin aracı rolünü de göremez ve bunu fallik arzuda somutlaştırır. Kendine yönelmeyen arzuyu yanlış tanımlayıp elde etmenin arzusunun girdabına kapılıp gider…

Lacan’ı pek mi severdi Süleyman Demirel; bilinmez. Ama ‘Devlet Baba’ lafını ağzından eksik etmezdi. Demirel’in ortaya koyduğu ‘gösteren’ yani Baba, hem Baba’yı çok seven hem de babacıklar olmayı arzulayan bir toplum yapısının iyi bir göstergesidir. Gösteren etkili olmuştur siyasetinde; bir sürü babalar, babacıklar, baba olamayıp da baba gibi davranan insancıklar türemiştir dönemin Türkiye’sinde.

Tabi bu durumda ‘objet petit a’ya da (Lacan, bazı kavramlarının tam tercümesinin mümkün olmadığından hareketle -haksız değil, sadece onun kavramlarına has bir durum da değil bu-tercüme edilmelerini hoş karşılamasa da ‘nesne a’ diyelim) değinebiliriz. Arzudan çok, arzulamanın arzu haline dönüştüğü, arzulanan şeyin aslında yok olduğu, kayıp bir nesneye duyulan arzunun sarmaladığı bir çaresizliğe değinebiliriz. Hem ulaşılmaz olan, hem de arzulanması kaçınılmaz olan, neredeyse histerik bir durumun kurbanı olan kitlelerin özellikle kriz anlarında kayıp nesneye yapışmak istemeleri gibi bir durumla karşı karşıya kalmanın öyküsüdür bir anlamda siyasi tarihimiz de. Öylesine kısır ve vahim bir durumdur ki bu, arzunun yerine gelmesinin imkansızlığını hisseden benlik (ve toplumsal benlik) yine de vazgeçemez bu arzudan; söylendiği gibi, arzulamayı arzulamaya mahkum olmuştur. Bir devlet olacaktır, olmalıdır; çare olmasa da tek çaredir. Aşık olma duygusuna aşık olmak, sevebilme ihtimalini sevmek, inadına falanca partiyi desteklemek gibi söylem veya eylemlerde hep bu farkında olunmayan çaresizlik ve kabul edilemeyen çaresizlik mevcuttur.

Bugün ise devlet babanın adı yeniden gündemde. Dünyamızı sarsan Corona virüsü ile ilgili her cenahta süregiden kaygı ve tartışmalarda devletin insanlar ve toplum yapısında oynadığı rolü görmek mümkün. Derdim her cenahı incelemek değil. Durumu, daha çok önem verdiğim düşünürler ve siyasi görüşler bağlamında değerlendireceğim.

Bugün itibarı ile (2 nisan 2020) 1 milyonu aşacak bir vaka sayısı mevcut Corona virüste. Çoğu sol cenahtan kişinin dilinde ise bundan sonra hiçbir şeyin aynı olmayacağı lafı geziyor. İnsanoğlu fotoğraf şeklinde düşünür diyordu okuduğum bir psikoloji makalesi. Süreçsel düşünmek ise zor olandır. Sözgelimi, bazı terapi süreçlerinde, rüyalardaki kristal imgeyi/fotoyu bulana kadar analitik sürece girilmediğini okumuştum. Kristal gibi net bir imge akılda kalmalı ki bunun üzerinden analiz şekillenebilsin ve süregitsin. Murray Bookchin de Toplumsal Ekolojinin Felsefesi adlı eserinde, geleneksel aklın eleştirisini yaparken süreç faktörünün gözden kaçırıldığını ve diyalektik aklın, ‘A, A’ya eşit olduğu kadar A, A’ya eşit değildir de’ olgusundan hareket ettiğini söyler. Ancak böyle bir akıl ile birikmekte ve gelişmekte olanın analizinin yapılabileceğini söyler. Hegel’in, Marx ve Engels’in diyalektik yöntemlerinde de ton farklılıklarına rağmen metodoloji budur. Statik, şimdinin ötesine geçmeyen anlayış mahkum edilerek, mevcut gelişim ve oluşumlara istinaden gelecek hakkında öngörülerde bulunmaktır diyalektik aklın metodolojisi.

Bugünkü sorunu da yine fotoğraf çeker gibi okuyoruz. Bu da bizim tarihteki bir çok olayı ve gelişen süreci atlamamıza engel oluyor. Fotoğrafın çekiciliği(!), felaketlerin neredeyse ilk kez yaşandığı ilüzyonuna düşürüyor bizi. Binlerce yıllık tarihimizde sanki ilk kez böyle bir insanlık krizi ile karşılaşmış gibi davranıyor çoğumuz. Belirsizlik, etkinsizlik de tuzu biberi oluyor bu ilüzyonun.

Agamben gibi tanınmış bir isim çıkıp, Corona’nın basit grip vakalarından farklı olmadığını söyleyebilecek duruma düşüyor. Žižek gibi önemli ve diğer bilim alanları ile de ilgilenen bir düşünür devletlere önerilerde bulunuyor. Dün (1 Nisan 2020) Renata Avila’nın YouTube kanalındaki canlı yayına katılan Žižek, komünizmi yeniden icat etmeye çağırdığı yazısından bir adım öteye gidip ‘6 ay önce kim derdi ki Boris Johnson, demiryollarını yarı oranda kamulaştıracak?’ dedi. Öyle görünüyor ki Žižek, kamusallaştırma yapılan her ortamı komünist bir nüve, komünal bir güdü olarak değerlendiriyor. Oysa, devlet kapitalizmi, totaliter idarelerin kamulaştırması, yüceltilmiş devletin ideolojik el koyma operasyonlarının yapıldığı dönemlerin adına komünizm diyemeyecek kadar öğrendik komünizmi. Dahası, komünist toplumda devlet diye bir şeyin dahi olmayacağını işlemiyor; devletin Marksist dünya görüşüne göre sosyalist toplumlara özgü olduğunu ve komünizme geçiş ile birlikte lağvedilecek kurumlar olduğunu dile getirmiyor.

Daha da kötüsü, Žižek’in somut bir çözüm dahi önermemesi. Sınıf tanımını tartışabilir insan, gelişen ve değişen toplumsal ve sermaye yapısına göre şekillendirebilir düşüncelerini ancak sırf eleştirel yaklaşıp çözüm önermemek aslında mevcut durumdan çok da şikayetçi olunmadığını göstermekte. İğdiş edilen, birtakım popüler harmanlamalar ile komünizmi icat etmek adına, devletleri bunda rol oynamaya davet eden bir yaklaşımda bulunmak aslında siyasal düşüncenin iflasıdır.

Aynı şekilde, biyolojik silah gibi söylemlerin de pratikte karşılığı yoktur. Bu tarz söylemlerde bulunanların haftalar önce ABD’nin Çin’e karşı savaş açtığını söylediklerini henüz balık hafızamızla dahi unutamamışken, şimdi Çin’in ABD’ye savaş açtığına yönelen umursamaz söylemleri dahi neden bu tür şeylere sadece ibretle baktığımızın bilinmesi için yeterlidir. Biyolojik silah üretenler, kendi silahları ile mi vurulmuşlardır? Harıl harıl aşı arayanlar, triyonlarca Dolar rezerv ettiklerini açıklayanlar, ilaç firmalarının ‘yarısını’ kamulaştıracaklar mıdır örneğin?

Byung-Chul Han, şeffaflık toplumunun en büyük yalan olduğunu ve tam anlamıyle bir kontrol toplumu oluşturulma amacı taşıdığını söylerken haklıydı. Sosyal medyada her yaptığını ortaya döken bizler, büyük sermaye gruplarının en değerli veritabanlarıyız oysa. Ve bu şeffaflık politikasını yayanlar gizli gündemlerini hiç açığa çıkarmadan politikalarına devam ediyorlar.

Asıl saklananları konuşmalıyız oysa:

Kamu sağlığını mesela. Hastalıkta sosyoekonomik faktörlere, ayrımcılıklara değinmeliyiz. Milan’daki işçilerin nasıl ekmek parası için işyerlerine gitme zorunluğunda kalmalarını. İstanbul Esenyurt’daki işçinin karantina istemediği yanılgısına vardıran verilerin gerçek nedenlerini, işçinin geçinmek için bu şartlarda bile çalışmak zorunda kaldığını. H&M gibi önde gelen firmaların, zorunlu izni gönüllü hale getirmek için nasıl baskı yaptıklarını. Ölüm oranlarında yoksulların, zenginlere göre ne durumda olduğunu.

Kamu sağlığı demişken, İngiltere’de, hangi akademilerin politikacılara sürü bağışıklığı hakkında verdikleri öngörüleri. Kararların sadece politikacılar değil onların her alanda temsil ettikleri ya da kendilerine eklemledikleri yapıları ortaya koymalıyız.

Virüs sınıf ayrımı yapmaz; gelir, bedeni bitirir. Ta ki bedende yaşayanı ‘öğrenene’ kadar. Ayrım yapan, siyasi sistemdir. Bu ideolojik yanını pas geçen her anlayış eksiktir, eksik kalmaya mahkumdur. Yapılacak şey komünizmi icat etmek değil, insanların hiyerarşiden, ayrımcılıktan, sömürüden kurtulmaları için mücadele etmektir. Aksi takdirde, Žižek çok değindiği Babanın Adı’nı kapitalist devlette ya da devlet kapitalizmi uygulayan sosyalist kültürde bulur örneğin. Emekçilerin, ezilenlerin, aydınların icattan çok bir araya gelme ihtiyaçları vardır herşeyden önce.

Bu bir araya gelme, birlikte hareket etme ve üretme olmadığı takdirde, aynı kalmayacak şey sistemin kendisidir. Daha da güçlü ve sanki başarıyla virüsü alt etmiş bir komutan edası ile çıkacaktır karşımıza. Biraz Adorno karamsarlığı tadında yazdıysam kusurum affola ama görünen şeyleri açıkça ifade etmek de topluma karşı bir görevdir.