Destanlaşmış bir karakter Mansur; fazlası ile de hak ediyor bunu. Gençliğimden beri kesintilerle de olsa fikirsel hayatımda belli bir yeri olan bir düşünür, mistik ve eylem adamı. Hayatına mal olan yola gidişi de fikirlerinin pratikte yer bulması ve siyasi arenada çalkantılara yol açması.
Sevdiğim, değer verdiğim insan Abdurrahman Aydın’ın Yeni Özgür Politika’da 22 Mayıs 2020’de yayınlanan ‘Hallac-ı Mansur’u anlamak’ adlı makalesini okuyunca bir tartışma açmak istedim. Sevgili Abdurrahman gibi birisi ile yapılacak olan muhtemel bir tartışma ancak öğretici, tamamlayıcı olur diye düşünüyorum.
İlgili yazının ana temasını işlersek, kullanımı özellikle Lacancı psikanalistler ile post-modernistlerin kullanımı ile doruğa çıkan ‘özne’nin sorununa bir arayış içinde söylüyordu Hallac ‘Ene-l Hak’ı yani ‘Ben Tanrı’yım’ı. Biz kolaylık olsun diye ‘özne’ yerine bildiğimizden şaşmayıp ‘insan’ diyelim gene. İnsanın Tanrı ile olan yakınlaşması sonucu birleşmesinin, ya da benzer tabiri ile insanın Tanrı’da yok olmasının, ikiliğin bitmesinin ve aralarında ayrım kalmaması noktasından hareketle, ancak bu noktaya ulaşmakla insandan ayrışmış olan Tanrı sorununa bir çözüm olduğu işleniyor bu birleşmenin. Ve bu doğru da bir değerlendirme. Zira Tanrı’da yok olma hem felsefi hem de mistik açıdan müthiş bir aşamadır. Tanrı gibi olunmaz ama Tanrı ile birleşilir; bu birleşme sonucunda artık kimin Rab (Efendi, terbiye eden) kimin köle olduğunun da önemi kalmaz. Tanrı’nın insanlaşması, insanın tanrılaşması gibi hakkında yazılanlar yetmezmiş gibi bir külliyat daha çıkarılır ortaya bu birleşme hakkında.
Benim yazıda şüphe ile baktığım yerler ise insan analizi hakkında. Felsefi anlamda da politik anlamda da. Hubris, yani kibirli, tanrılık taslayan insanın bu davranışının kökeni İslam’ın tanrısının insana imkan tanımamasından kaynaklanmasına dayandırılıyor yorumlar. Bu değersizliğin altında ezilen insanın da telafi amacı ile narsist olmasına bağlanıyor işin ucu. Oysa İslam öğretisi ve kültürü, insanın halife olarak yaratıldığını, Tanrı’nın suretinden yaratıldığını, meleklerin ona secde ettiğini anlatan ifade ve metaforlarla doludur. Buradaki sorun, değersizlikten değil, değerin yanlış anlaşılması ve işlenmesinden kaynaklanıyor. Açalım.
Öncelikle şunu belirteyim: Mansur’un Yunan felsefesi hakkında malumat sahibi olması bence de kuvvetle muhtemeldir. Şöyle ki İslam’ın akılcı mezhebi Mutezile fikirlerinin çok kuvvetli olduğu bir diyardır Basra. Yani Yunan felsefesinin Basra’da mevcudiyeti İslam dairesi içinde gerçekleşmiştir. Sufilerin hem akıl hem de mistik yönleri olması aslında bu yüzden pek şaşırtıcı değildir zira çoklarının zannettiğinin aksıne mistisizm ile felsefenin arasında uçurum yoktur. Teozofi alanında ele alabileceğimiz bir şekilde mistisizm ile akılcılığın iç içe geçmiş bir kaynaşması söz konusudur ve bu alanda insan-evren-Tanrı ilişkileri incelenir; inceleme ötesinde deneyimlenir de. Ancak Hallac’ın tespiti ve tespitlerini sadece Yunan felsefesinden haberdar olarak ve bu eksende ‘sadece’ akıl ile yaptığına inanmak için de fazlaca bir neden yoktur. Aklın hakikate, mistisizmin ise aşkın tecrübe ve hazlara neden olduğunu özellikle belirtmek gerekir; ikisinin ayrılığı değil diyalektiği mevcuttur. Bu halde, aklı mistik deneyimden, mistik deneyimi de akıldan ayrı tutmak analitik açıdan tutarlı değildir.
Teolojik alana daha fazla girmeden, Hallac’ın da yaşadığı coğrafyadan, Hindistan ziyaretinde onlara hitap edişindeki deneyimlerinden ve siyasi düşüncede hala oldukça aktif Karmatilik’den ilham aldığını söylemek daha tutarlı bir yaklaşıma ilerlememize yol açacaktır.
Cüneyd Bağdadi gibi birisinin yanında vakit geçiren bir mistiğin ondan zühd ve tasavvuf konusunda etkilenmesi çok doğaldır. Mansur’un bir Mekke ziyaretinde yağmur, güneş demeden, doğru dürüst bir şey yemeden nerede ise Tanrı ile yarışırcasına vakit geçirmesinde bu eğitim tarzının etkileri vardır örneğin. Bazılarının yanlış yorumlamaları ile Hint kültüründen mistik alıntılar yaptığına ben de katılmıyorum. İmam Rabbani hakkında bu tartışmalar tutarlı olabilir ancak Mansur’un oraya gitmesindeki amacın bizzat dini anlatmak olduğunu düşündüğümüzde, zaten bilgi donanımlı olduğunu anlayabilmemiz gayet mümkün. İslam komüncüleri Karmatilerden ise mülkün insana ait olmadığı, ortak olduğu, devlet otoritesi ve aslında bir aracıya gerek olmadığı fikirlerini içselleştirmiş olması mümkün. Şu noktaya varıyoruz: Hallac, yaşadığı coğrafyanın özelliklerini öğrenmiş, sentezlemiş, bunları hem akılcı hem mistik bir şekilde yorumlamış ve uygulamış siyasi bir kişiliktir. Hallac’ı anlamak için Yunan felsefesi ve özne-nesne sorunundan ziyade yaşadığı coğrafya ve dönemin anlaşılması gerekmektedir. Abbasilerin siyasi yapısını, muktedir olmalarını, insanların buna karşı geliştirmek istediği düşünce sistemi ve başkaldırılarını ele almak gerekir. Ve unutmamak gerekir ki Abbasiler İslam öğretisindeki halife kavramını iktidar ve baskı aracı olarak kullanırlarken aslında halifenin, halef olanın anlamını değiştiren Hubrisler olmuşlardır. Bu Hubris karakteri de bizzat Tanrı’nın emri ile onaylanmıştır oysa(!) ve kendilerine Tağut diyenlerin, diyebilenlerin gözünde Hubris hükmündedirler ancak. Yani tanrılık taslayanlar, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri sıfatını kuabul ettirerek yasal zulümlerini uygulamışlardır ve benzerleri de günümüzde de uygulamaktadırlar.
Hallac’ı daha iyi anlamak istiyorsak onun öğretisini ve buna benzer öğretileri iyi araştırmak gerekir. Çilekeşleri, zühd ve takva öğretilerini, ihtiyaçtan fazlasını vermemeyi büyük günah sayanları, Karmatiliği, Mutezile inancını, aynı konuları işlemiş Hristiyan ve Yahudi çilekeşlerini, Yahudi İsa ve Pavlus’un İsa’sını, gnostik İnciller ile konsillerde kabul edilenleri, mülkün yalnızca Allah’a ait olduğunu söyleyenler ile Allah adına muktedir olan ve zulmedenleri vs.
Mansur gibi mistikler, Tanrı ile bütünleşenler, efendi-köle diyalektiğinin başka türlü anlaşılmasına dahi yardımcı olabilirler; birlikte kimin üstün, kimin takip ettiğinin öneminin kalmamasının mümkün olup olmadığına ışık tutabilirler. Burada asıl çarpıcı olan konu, lider ile onu takip edenlerin psikolojik durumlarının tahlilidir. Kendisini takip edenlerden dolayı böbürlenen mi yoksa onlar adına haz alan bir lider mi vardır örneğin; yoksa onun liderliğini zoraki kabul edip ne dese yaparak mı yoksa sorgulayıp hak vererek mi onu takip edenler vardır? Bu konu, Tanrı-insan ilişkisine ışık verebilir örneğin. Ya da tanrılık-taslayan ile sahte tanrılar ardından koşanlara da tabi.
Demem o ki, Hallac’ı anlamak, ezilenlerin iktidara karşı mücadelesi bakımından, toplumu ayıranların tahlilinden, sömürüye başkaldıranların niteliğinden geçer. Aslında çoğu felsefi analiz ve psikanalizin kaçırdığı nokta da buradadır. Varoluşçuluğa yöneltilen başlıca eleştirilerden birisidir özne üzerinden toplum kurma çabası. Bu açmazdan da ne bir çok felsefe dalı beridir ne de psikanaliz. Esas olan, maddi hayatın düşünceyi belirlemesidir ve büyük teorilere sığmayacak bir yapıda olmasıdır bu durumun. Kimi ezilen narsist olabilirken (ezilmişliği değil ezikliği baki; asla tatmin olmaz bir biçimde) kimisi de her şeye rağmen paylaşımdan, mülksüzlükten yanadır. Dindar olmasam da İslam coğrafyasında bir çok paylaşımdan, komünden yana insan hayatı okumam ve tanımış olmam da bundandır. Eğer yazıdaki gibi Ene-l Hak demeyen, Tanrı-insan ayrımından dolayı ezilmek zorunda kalan ve bu ezilme hissi dolayısıyla narsis oluyorsa herkes, derdim ki ‘amenna’; ama durum böyle değil ve bu olanın çok az bir kısmını görmemize neden olur. “Söyleyene değil, söyletene bak” misali, Hallac’ın neden öyle dediği de yukarıda bahsettiğim ve daha bir çok değişkene bağlı. Böyle olmasa, sadece fikirlerinden dolayı narsislerin gazabına uğradığına inanırdık Mansur’un; oysa o toplumsal sistemi sarsıyordu ve bundan dolayı siyasi kıyıma uğradı. Hülasa, durum bilinçaltında değil, bilinçte oluşuyor. Bilinçaltını oluşturan da maddi hayata gerekli cevabı sunamayarak ‘içine atan’ insanın psikolojik travmasıdır. Bizim sorunumuz, toplum içinde yaşayarak insan olan insanı, o toplumsal şartlar içinde ve toplumsal açıdan anlamak olsa gerektir. Althusser tadında öznesiz tarih değil derdimiz ancak insandan-topluma değil, toplumdan-insana yaklaşan anlayışın daha sağlıklı olduğu kanaatindeyiz.
Selam ile.