Diyalektik üzerine kısa bir yazı

Günlük hayatımızda bir şekilde duymaya alışık olduğumuz ‘diyalektik açıdan bakarsak’ vesaire söylemlerin aslında sıkça diyalektik içermeyen argümanlardan oluştuğunu söyleyebiliriz. Diyalektik gözlemlenmesi ötesinde başlı başına zor bir alan ve bu diyalektik hakkında mevcut söylemlerden ötürü örneğin Celal Şengör gibi pozitivist entelektüellerin de diyalektiği toptan yok sayma ve bilim dışı gösterme çabalarına tanık oluyoruz. Bunun arkasında yatan temel nedenler, pozitivist bakış açısı ve bir anlamda bilimin her şeye kadir bir mutlakiyet içerdiğine olan görüştür. Ancak pozitivistlerin bilimden kastettikleri ise doğal bilimlerdir (ve matematik). Sosyal bilimlerin pozitivizm etkisi altına girmesi da bu hükümranlığa karşı bir nevi adaptasyondur. Bilimin ve bilim felsefesinin detaylı bir şekilde ele alınmasının mümkün olmadığı bu yazıda ise diyalektiğin pozitivistler tarafından nasıl eleştirildiğine ancak yeri geldikçe değinebileceğim. Şunu belirtebilirim ama: diyalektik doğal bilimlerin reddi değildir ve ayrı bir zemini imler, felsefi alana ait bir ‘yol’dur.

Peki, nedir bu diyalektik? Kısa ve açık olma niyeti taşıyan bu yazıda diyalektiğin detaylı bir şekilde ele alınması imkansız. Haliyle, hemen her yazıda olduğu gibi yazının eksiklikler içermesi kaçınılmazdır ve yazı, diyalektiğe ait her şeyi kapsama iddiasından uzaktır. Ancak yazının Hegelci diyalektiğin ana hatlarını ortaya koyacağını umuyorum gene de. Ve ulaşmak istediğim kitle ise günlük hayatlarında felsefe ile uğraşmaya çalışan, kendisi ve toplum üzerine, doğa ile iişkisi üzerine düşünen insanlardır (ben de onlardan birisiyim diye düşünüyorum). Daha açık bir ifade ile, ulaşmak istediğim insanlar emekçilerdir; öğretmenler, öğrenciler, işçiler, memurlar vs.

Yazıdaki çıkış noktam Hegel diyalektiğidir. Hegel diyalektiğini çıkış noktası olarak ele alma nedenim ise, Marx ve Engels gibi Hegelci diyalektiğe hem eleştiri hem de katkı yapmış olan düşünürlerin de bir anlamda bu diyalektikten faydalandıkları gerçeğidir. Bitiş noktam ise tarihsel materyalizmin metodu olan diyalektiktir ve bunun daha iyi anlaşılabilmesi hakkında kısa bir hatırlatma ve diyalektiğe yeniden bir bakma uğraşıdır.

Diyalektik bir süreçtir, doğal süreçlerin gözlemlenmesi anlamında metod da değildir

Burada önemli bir hususa değinmek istiyorum. Diyalektik doğanın kendisinde ve doğaya içkin olarak varolan bir olgudur, işlemdir, süreçtir. Bir insan müdahalesini değil, özne açısından bir gözlemi, gözlemlenen yani doğa açısından ise bir süreci ifade eder. Mesela, bir tomurcuğun tomurcuk halinde kalması yerine içkin çelişkisinden ötürü, yani tomurcuk halini olumsuzlayarak filizlenmesi diyalektiktir. Bu konuda Celal Şengör’ün Dahi Diktatör adlı kitabında itirazı mevcuttur; bu çelişkilerin içkin nedenlerden kaynaklanmadığını, dışsal tesadüflere bağlı olarak sürecin devam ettiğini söyler Şengör (Şengör, 2019 s. 30).

Hegel aslen Tinin Fenomenoloji’sinde şunu kaleme almıştır:

‘Felsefi dizgelerin (CK – sistemlerin) türlülüğünü gerçekliğin ilerleyen açınımı olarak kavramamakta, ama türlülükte salt çelişkiyi görmektedir. Tomurcuk çiçeğin açmasıyla yiter, ve denebilir ki birincisi İkincisi tarafından çürütülmektedir; gene, meyvanın görünmesiyle birlikte çiçek bitkinin yanlış bir dışvarlığı [Dasein] olarak anlatılabilir, ve bitkinin gerçeği olarak meyva çiçeğin yerini alır. Bu biçimler yalnızca ayrı olmakla kalmaz, ama ayrıca aralarında geçimsiz olarak birbirlerinin yerlerini de alırlar. Gene de akışkan doğaları onları aynı zamanda örgensel bir birliğin kıpıları [Moment] (CK- anları) yapar—bir birlik ki, unda yalnızca çatışmamakla kalmazlar, tersine biri öteki denli zorunludur, ve ancak bu eşit zorunluk bütünün yaşamını oluşturur. Oysa felsefi bir dizge (CK – sistem) ile çelişen [yeni filozof] genellikle bu yolda ne yapmakta olduğunu kavramaz; öte yandan bu çelişkiyi yakalayan bilinç ise [felsefe tarihçisi] çoğu kez onu tekyanlılığından kurtarmayı ya da özgür tutmayı, ve çatışan ve görünürde geçimsiz öğeler şeklini alan karşılıklı zorunlu kıpıları (CK – anları) tanımayı bilmez’ (Hegel, s. 22).

Adeta 19. yüzyıldan ve daha en baştan cevabını vermiştir Hegel bu kendisini yanlış anlayacak olanlara. Hegel’in söylediği aslında basit bir gerçekliği içerir: çelişkilerin, içkin çelişkilerin hem zorunlu hem de kaçınılmaz olduklarını. Ve mevcut hallerini olumsuzluyarak değiştiklerini. Bazı düşünce insanları veya filozofların bu çelişkiyi ıskalamakta olduklarını da (tıpkı Şengör’ün Hegel’i anlamadan ıskalaması gibi). Şengör’ün tanımlamasını yaptığı diyalektik ile Hegelci diyalektiğin bir ilgisi yoktur. Şengör anlamadığı Hegelci diyalektiği kendi anladığı biçimde Hegelci diyalektik gibi ortaya sunmakta ve anlamadığı şeyi mahkum etmektedir. Şengör örneğin: ‘Birbiriyle çelişen ifadelerden bir sentez üretmek mümkün değildir’ demektedir (Şengör, 2019 s.30). Buna dair bir örnek sunarsak ‘A eşit değildir A’ya’ önermesini Hegel’in söylediğini iddia edecektir mesela. Hegel, ‘A eşittir A’ mantığının yetersizliğini ve klasik mantığın sınırlarının bu yüzden daraldığını söylerken ‘A eşit değildir A’ya’ demek istemiyordu; sadece statik ve dar kapsamlı bir bakış açısına işaret ediyordu. Hegel’in söylemek istediği A’nın hiçbir zaman A olarak kalmayacağı ve içsel çelişmelerden ötürü başkalaşacağı bir süreç hakkında tespitten ibarettir. Şengör’ün mantığı ile dahi A artık A değildir artık o sürecin sonunda. Yani filiz ile tomurcuk aynı anda A değildirler; Şengör’ün kendi mantığı dahi A eşit değildir B şeklinde tanımlar bunu.

Şengör, daha sonra tesadüflerin zorunluluklar ile olan ilişkisinden bihaber bir biçimde diyalektik ve Engels eleştirisi yapmakta. Tam da bu nedenler günümüzdeki bir çok bilimle uğraşan insanın mekanik ve geniş bakış açısından yoksun, atomize yapısını çarpıcı bir şekilde sergilemektedir. Halbuki çok da karmaşık ve çetrefilli bir şey değildir bu. Örneğin depremlerin oluşması diyelim ki tesadüftür (ki tesadüf olsa bu kadar aktiviteleri önceden takip etme çalışması olmaz idi ya da örneğin Marmara Denizi’nde olası bir depremin yıllara göre olasılığı belirlenmez idi). Kırılmaların önceden izlenebilmesinin de tesadüfi anların önceden bilinmesi şeklinde kredi verelim bu düşünceye. Ancak deprem olduğu zaman zeminde hasar olması, faylarda değişiklik olması, eğer bu fay hatlarına yakın konutlar varsa hasar görecekleri ve can kaybı yaşanmaları ise zorunludur. Şengör bu tesadüf-zorunluluk bağının diyalektik yanını tamamen ıskalamaktadır. Ona göre adeta ‘deprem vardır’, ‘deprem yoktur’ demektedir diyalelektikten yana olanlar. Başka bir ifade ile, Şengör olasılık ile tesadüfü tamamen birbirine karıştırmaktadır ve kendi bindiği dalı kesmektedir adeta. Bilimin bir gün her şeyi açıklayabileceği olasılığı vardır ancak evrendeki mekanizmaları henüz bilmiyoruz diye bunları sadece tesadüf olarak değerlendirmek determinizme yanlış bir başkaldırı olsa gerektir. Şengör ve pozitivizmin eksikliklerine bu kadar değinmiş olalım.

Hegel’in felsefesi ise kurgul (spekülatif), bir daire gibi başladığı yere dönen bir felsefe olduğu için bu diyalektiği fenomenolojik ve mantıksal olarak da uygulamıştır. İşte bu anda, Hegelci diyalektiğin kurgul felsefenin önemli bir unsuru olarak metodolojik bir özellik sergilediği andır. Doğada mevcut diyalektiğin mantığa, görüngülerin analizine, toplumsal değişimlere, hukuk felsefesine vs. uygulanmasıdır bu metodolojik yanı diyalektiğin. Ancak, Hegel bunu bu şekilde öne sürmez; ona göre bilincin ve özbilincin diyalektiği de içkindir; Mutlak Fikre uzanan bir yolculuk ve oradan başladığı yere dönmenin yolcululuğur. Ancak çıkış noktasını bilinç alıp bunun üzerine kurgulamıştır Hegel felsefesini. Oysa, çıkış noktası bilinci oluşturan maddedir.

Tekrar edersek: diyalektik, doğanın varoluşuna ait içkin bir süreçtir. İnsanın kendine ait düşüncesi, insanlararası ilişkiler ve insanın doğa ile ilişkisi üzerine düşünceler anlamında ise metodolojik bir karakter içerir. Bu önemli bir husustur zira doğanın diyalektiği biz insanların ona müdahil olmaması halinde de var olacaktır; biz ancak gözlemleyenler ve tanımlayanlarız. Bizim dışımızda da mevcuttur bu diyalektik ve doğanın kendisine içkin bir durumdur. Oysa, insanı içine katan (doğa-insan ilişkisi de dahil) diyalektik ise bir kurgulama (Hegel’de), tarihsel analiz ve kaçınılmaz olarak metodoloji içerir.

Hegel diyalektiğinin en önemli hususlarından birisi olumsuzlamanın (yadsımanın) aslen olumlu özelliğidir. Değişim anlamında bu olumsuzluk esastır. Bunun için günlük hayatımızdan toplumsal değişimlere kadar örnekler verebiliriz. Örneğin, yıllardır aynı işi yapmakta olan birisi, başka bir iş alanında çalışmak isterse mevcut iş hayatını olumsuzlar. Bu olumsuzlama ise aslen bir dönüşüme yol açıp kişinin kendisi ile daha az yabancılaştığı bir iş görmesine neden olur ya da olabilir (ya da olamaz). Keza, toplumu bir bütün olarak ele alan Marx ve Engels düşüncesinde, üretim ilişkileri alanında, üretim araçlarına sahip olmayan sınıf, bu araçlara sahip olan sınıfı olumsuzlar ve özel mülkiyetin olmadığı bir toplum için mücadele eder. Örnekleri çoğaltmak elbette mümkündür.

Burada önemli olan bir husus, diyalektiğin geniş bir perspektiften bakabilme fırsatı vermesidir. Bu sadece bilgi anlamında değil, insan düşüncesinin sağduyu ve olgunlaşması açısından da önemlidir. Örneğin bitmek tükenmek bilmeyen ve sürekli zıtlaşma içinde tartışılan müziğin evrensel mi yerel mi olduğu konusunda, müziğin ikisi birden olabildiğinin atlanmasıdır. Örneğin Bolivya yerli halkının bir ezgisi bende duygusal bir bağ oluşturuyorsa bu evrensel ile ilgili olandır, ancak ezginin sözlerini ya da daha teknik anlamda bestecisini vs. bilmemem de yerellikle ilgili olandır. Müziğin kendisinin mi yoksa imgelemdeki izdüşümlerinin mi evrensel olarak tartışılması gerektiği konusunu bir yana bırakıyorum.

Siyaset teorilerinde, hukuk felsefesinde, toplumsal analizlerde kullanılan diyalektik ise metottur; ve hatta tersini ifade etse de Hegel’in Mantık Bilimi ve Tinin Fenomenolojisi’ndeki de.

Tespitimi baştan dile getireyim: metodoloji olarak uygulanan diyalektik, doğanın diyalektiğine göre daha sorunsaldır. Çünkü doğanın tesadüfi ve bu tesadüfler sonucu oluşan zorunluluklarının ötesinde insanın tarihsel, bilimsel analizleri devreye girer ve hem bu analizler hem de bunlardan yola çıkan geleceğe yönelik tahminler çok daha fazla hata payı içerir. Kimbilir; belki de Hegel bu yüzden evrene bir şuur biçti ve belki de bu yüzden felsefeyi günümüze kadar (kendi yaşadığı tarihsel sürece kadar) gelen bir analize tabi tuttu. Hegel’in sistemi bu anlamda spekülatiftir; diyalektik ötesinde Mutlak Fikrin görünümlerini esas alır.

Marx ile Hegel’in temel farklılıklarından birisi de budur. Hegel, evrene ve toplumsal varlığa bir ‘tin’ yani belki tam anlamını karşılamasa da ‘ruh’ biçer. Bu tinin gelişimini ortaya koyar. Marx ise evrene bir tinin hâkim olmadığını, maddi varlığın bilinci oluşturduğunu öne sürer. Marx’a göre maddi şartlar, toplumsal koşullar ve üretim ilişkileridir bu ruhu(?) belirleyen. Marx, bu çıkış noktasından hareketle tarihin sınıf savaşları tarihi olduğunu ileri sürecektir ve bunun diyalektiğini esas alacaktır. Haliyle, Marx ve Engels, Hegelci diyalektikteki tin kavramını değil diyalektiği esas almışlardır ve bunun üzerine tarihsel materyalizmi geliştirmişlerdir.

Engels bunu şu şekilde kaleme almıştır:

‘Hegel basitçe bir kenara konmadı; tersine, onun yukarıda açıklanan devrimci yanından, diyalektik yöntemden yola çıkıldı. Fakat bu yöntem, Hegelci biçimiyle işe yaramaz durumdaydı. Hegel’ de diyalektik, Fikrin özgelişmesidir. Mutlak Fikir, yalnızca ezelden beri -nerede? bilinmez- mevcut olmakla kalmaz, o aynı zamanda tüm mevcut dünyanın yaşayan gerçek ruhudur’ (Engels, 1999 s. 44).

Burada önemli husus, Engels’in sarih bir biçimde dile getirdiği ve benim de yukarıda işlediğim şekilde Hegel’in doğanın diyalektiğinde önemli bir noktayı yakalaması ve diyalektiğin içkin bir sürece işaret ettiğine dair tespitidir. Devrimci yanı budur Hegel’in. Ancak, Hegel bunun bir evrensel şuur olduğundan ve özbilincin, gelişen özbilincin bunları deneyimlediğini söylüyordu. Haliyle, doğadan insana analitik olma yerine insandan doğaya doğru yola çıkıyordu Hegel ve adeta tanrısal bir perspektiften görüngüler yansıtıyorduOysa doğadaki içkinliği ve tarihteki gelişimleri ters bir rotada işlemekten öteye gitmiyordu bu tanımlamalar. Hegel diyalektiğinin bir yandan çok ilerici ve ufuk açıcı yanları vardı ancak diğer yandan da tanımlaması tamamen spekülatif bir Mutlak Fikrin ürünü olarak sunuluyordu tüm bunlar. Sebebi şudur: Hegel, diyalektiği sonlu varlıklara ait bir süreç olarak gördüğü için felsefesinin temeli yapmaktan kaçınmıştır. Spekülatif ve Mutlak (sonsuz) olan Varlık’ın şuursal kudretine tabi kılmıştır diyalektiği.

Diyalektik alanında materyalist ve tinden arınmış bir yaklaşımı geliştiren Marx ve Engels’in katkıları tarihsel anlamda çok önemlidir. Diyalektik konusunda Bhaskar’ın Eleştirel Realizm ve Bookchin’in Diyalektik Natüralizm’i üzerine eğilmek ve Marx – Engels diyalektiğinin anlaşılmasına yönelik eserleri de tanıtmak isterdim. Belki başka bir zaman ama umarım çok da uzak olmayan bir zamanda.

Sonuç itibarı ile:Hegel’in diyalektiği, Hegel’in spekülatif felsefesinde önemli bir konuma sahip görüngüsel, mantıksal ve doğaya ait süreçleri tasvir ve analiz için kullanılıp Mutlak’ın ve spekülatif yapının esasiyeti içinde sonlu bir süreci temsil eden alt bir konuma sahipken, Marx ve Engels maddi şartların bilinci belirlemesi esasından diyalektiği asli bir konuma oturtmuşlardır. Nasıl ki maddecilik, natüralizm ve (çoğu) Realizm (Gerçekçilik) felsefelerinde doğaüstü veya doğaötesi bir varlık yoksa, Marx ve Engels’in diyalektiği de maddi dünya içerisindeki diyalektiği esas almışlardır.Diyalektik, bir bilim değildir kendi başına. Engels’s göre bilimsel kaynaklar doğal bilimler be bir bilim olarak tarihtir; diyalektik ise metottur.Diyalektik varlığın içkin (ancak dış şartlardan arınmış bir şekilde değil; onlarla ilişki halindeki) durumunu ve sürecini imler.Doğada mevcut diyalektik, bir metod içermez; zaten kendinde vardır ve kendi karmaşık süreç ve işlemlerine tabidir. Bu diyalektiğin anlaşılması esastır.Doğadaki diyalektiği gözlemleyerek yapılan ve insana, topluma uygulanan diyalektik bir metottur. Bu metodun başarısı ise diyalektiğin iyi bir şekilde anlaşılması, kavranması ve analizi ile mümkündür. Zor bir ödev olduğu aşikar tarih ve toplum analizlerinde.

Hep birlikte daha iyi bir ‘diyalektik açıdan bakma’ dileği ile!

Selamlar, saygılar,
Cengizhan Kaptan

Kaynaklar

Engels, F. (1999). Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin sonu. İnter Yay. İstanbul.
Hegel, G. W. F. (1986). Tinin görüngübilimi. İdea Yay. İstanbul.
Hegel, G. W. F. (2011). Tinin görüngübilimi. İdea Yay. İstanbul.
Şengör, A. M. C. (2019). Dahi diktatör. İnkılap Yay. İstanbul.

N.B: Taslak olma özelliğini taşıyan bu yazı zaman zaman değişikliklere uğrayabilir.

Yorum yapın