Engels’in Notları, Marx-Engels Collected Works, Volume 2, p.182-184.
Öncelikle Toplu Eserler’deki iki ilgili notu paylaşmak faydalı olacaktır.
Not 120: Bu makale Engels’in Schelling’e karşı yazdığı bir dizi yazıyı açılışını yapar. Bu zamana kadar Schelling eski görüşlerinin birçok rasyonalist unsurunu terk etmiş ve mistik dini “pozitif felsefenin” bir peygamberi haline gelmişti (bkz. Not 110 – aşağıda mevcut). Schelling, Prusya Kralı Frederick William IV tarafından Hegelci ekole, özellikle de Genç Hegelcilere karşı bir denge unsuru olarak Berlin’e davet edildi. 15 Kasım 1841’de Berlin Üniversitesi’ndeki derslerine başladı. Engels bu derslere mezun olmayan bir öğrenci olarak katıldı. Engels, Eylül 1841’in ikinci yarısında Barmen’den Berlin’e gelmiş ve Ağustos 1842’ye kadar orada bir topçu tugayında askeri eğitim görmüştü. Schelling’in 18 Mart 1842’ye kadar devam eden derslerinden alıntılar yapan Engels’in eserlerindeki notlar kendi tuttuğu notlardan aktarılmıştır. Bu konferansların sadece küçük bir kısmı o dönemde basılmış (Schelling’s Vorlesungen in Berlin, Darstellung und Kritik der Hauptpunkte derselben, mit besonderer Beziehung auf das Verhältniss zwischen Christenthum und Philosophie von Dr. J. Frauenstadt, Berlin, 1842), büyük kısmı ise ancak yazarın ölümünden sonra Complete Works adlı eserinde yayınlanmıştır. Bkz: F. W. Schelling, Philosophie der Offenbarung. Sämmtliche Werke, II Abt., Bd. I-IV, Stuttgart ve Augsburg, 1856-1861.
Hali ile Schelling’e ait bu söylemin/alıntının Engels tarafından yapıldığını tekrar not edelim.
Not 110: “Pozitif felsefe” – Hegel’in felsefesini sağdan eleştiren mistik bir dini akım (Christian Hermann Weisse, genç Immanuel Hermann Fichter, Franz Xaver von Baader, Anton Günther ve son döneminde Schelling tarafından temsil edilmiştir). Bu akımın destekçileri ilahi vahyin “pozitif bilginin” tek kaynağı olduğunu ilan ederek fesefeyi dinin emrine sokmaya çalışmış ve rasyonel bilgiden yola çıkan her felsefeyi “olumsuz” olarak etiketlemişlerdir.
Engels’in Schelling’ten yaptığı alıntı şu şekilde -ilgili makalede tamamıdır ve Telegraph für Deutschland No. 207 ve 208’de, Aralık 1941’de yayınlanmıştır:
“Ortaya koyduğum şekliyle özdeşlik felsefesi, tüm felsefenin yalnızca bir yönü, yani negatif yönüydü. Bu ‘negatif’, ya ‘pozitif’in sunumuyla tatmin edilmeli ya da önceki felsefelerin pozitif içeriğini özümseyerek kendisini ‘pozitif’ olarak konumlandırmalı ve böylelikle kendisini mutlak felsefe olarak kurmalıydı. İnsanın kaderi üzerinde, tüm olasılıkları tüketene kadar tek taraflılıkta ısrar etmesine neden olan bir akıl da vardır. Böylece negatif felsefeyi mutlak felsefe olarak kuran Hegel olmuştur. Bay Hegel’in adını ilk kez anıyorum. Tıpkı öğretmenlerim olan Kant ve Fichte hakkında kendimi özgürce ifade ettiğim gibi, bunu yapmak bana hiç zevk vermese de Hegel hakkında da ifade edeceğim. Ama bunu size söz verdiğim dürüstlük uğruna yapacağım, beyler. Sanki üzerinde özgürce konuşamayacağım konular varmış da korkmam gereken şeyler varmış gibi bir durum belirmemeli. Hegel’in benim dinleyicim, yaşam yoldaşım olduğu zamanları anımsıyorum ve şunu söylemeliyim ki, genel olarak özdeşlik felsefesi anlayışı sığ ve yüzeyselken, Felsefe Tarihi Üzerine Dersler’in bana her şeyden çok kanıtladığı üzere, temel düşüncesini gelecek için saklayan ve sonunda ortaya koyan oydu. Büyük malzemeyi zaten ustalaşmış haliyle bulduğu zaman, geri kalanımız malzeme üzerinde yoğunlaşmayı tercih ederken, o esas olarak yöntemle ilgilendi. Elde edilen olumsuz sonuçlardan tatmin olmayan ben, oysa bir yabancının elinden çıksa bile tatmin edici herhangi bir sonucu kolayca kabul ederdim.
Bu arada, buradaki soru, Hegel’in felsefe tarihindeki konumunun, büyük düşünürler arasında ona verilmesi gereken konumun, tam da özdeşlik felsefesini mutlak, nihai felsefeye yükseltmeye çalışması olup olmadığıdır; bu elbette ancak önemli değişikliklerle yapılabilecek bir şeydir; ve bunu tüm dünyaya açık olan kendisine ait yazılar ile kanıtlamak niyetindeyim. Eğer biri Hegel’in suçlanacağı şeyin tam olarak bu olduğunu söyleyecek olursa, Hegel’in kendisine en yakın yerde duran şeyi yaptığını söyleyeceğim. Özdeşlik felsefesi, varlığı da kapsayan ‘pozitif’in bilimi henüz orada olmadığı sürece, kendisiyle güreşmek, kendisini aşmak zorundaydı. Dolayısıyla Hegel bu çabasında özdeşlik felsefesini kendi sınırlılığının, varlık gücünün, saf olma yetisinin üzerine çıkarmak ve varlığı kendisine (bu felsefeye) tabi kılmak zorundaydı.
Schelling’le birlikte Mutlak’ın tanınmasına kadar yükselen Hegel, Mutlak’ın entelektüel algıda varsayıldığı gibi değil, bilimsel yöntemle keşfedildiği gibi kavranmasını istemesiyle ondan ayrılır. Bu sözler şimdi sizinle konuşacağım metni oluşturmaktadır. Yukarıdaki pasajın temelinde, özdeşlik felsefesinin sonucu olarak Mutlak’ın yalnızca töz olarak değil, varlık olarak da var olduğu görüşü yatmaktadır; özdeşlik felsefesinin başlangıç noktası özne ve nesnenin farksızlığı olduğundan, bunların varlığı da varsayılır çünkü entelektüel algı tarafından doğrulanır. Bu şekilde Hegel, oldukça kurnazca, bu kayıtsızlığın varlığını, oluşunu entelektüel algıyla kanıtlamak istediğimi varsayar ve yetersiz kanıt yapmakla suçlar beni. Bunu yapmak istemediğim, özdeşlik felsefesinin bir varoluş sistemi olmadığına dair sık sık dile getirdiğim karşı çıkış ile gösterilmiştir ve entelektüel algıyla ilgili olarak durum ise, söz konusu terimin, daha önceki dönemimde bilimsel olarak kabul ettiğim tek ve yegâne özdeşlik felsefesi sunumunda hiç geçmemekte olduğudur. Bu sunum kimsenin arayıp da bulamadığı yerde, yani ”Zeitschrift für spekulative Physik”, Cilt II, Kısım 2’de yer almaktadır.
Bu, başka yerlerde gerçekten de ortaya çıkar ve Fichte’nin mirasının bir parçasıdır. Kendisinden tamamen kopmak istemediğim Fichte, bu yolla dolaysız bilincine, ‘Ben’e ulaşır; ben de buradan daha ileri giderek kayıtsızlığa ulaştım. Entelektüel algıda ‘Ben’ artık öznel olarak görülmediğinden, düşünce alanına girer ve böylece varlığı artık dolaysızca kesin değildir. Buna göre, entelektüel algı ‘Ben’in varlığını bile kanıtlamaz ve Fichte onu bu amaçla kullansa da ben Mutlak’ın varlığını kanıtlamak için kendime onu temel alamam. Bu nedenle Hegel beni asla sağlamak istemediğim bir kanıtın yetersizliğinden dolayı suçlayamaz, sadece varoluşla hiç ilgilenmediğimi yeterince açık bir şekilde belirtmediğim için suçlayabilir. Çünkü Hegel sonsuz gücün varlığının kanıtlanmasını talep ederse, aklın ötesine geçer; sonsuz güç var olsaydı, felsefe varlıktan bağımsız olmazdı ve burada varlıktan önce gelen bir şeyin düşünülüp düşünülemeyeceğini sormamız gerekirdi. Hegel bunu reddeder, çünkü mantığa Varlık ile başlar ve doğrudan varoluşsal bir sisteme ilerler. Ancak biz, yalnızca düşüncede var olan Varlık’ın saf gücüyle başlayarak bunu onaylıyoruz. Sık sık içkinlikten söz eden Hegel, yine de yalnızca düşünmede içkin olmayan şeyde içkindir, çünkü Varlık bu içkin olmayandır. Saf düşünceye geri çekilmek, özellikle düşüncenin dışındaki bir Varlık’tan geri çekilmek anlamına gelir. Hegel’in Mutlak’ın varlığının mantık yoluyla kanıtlandığı iddiası, birinin mantığın sonunda ve yine tüm sürecin sonunda bu şekilde sonsuzun iki kez mevcut olması gibi bir dezavantaja daha sahiptir. Genel olarak, mantığın tüm döngüye yayılmak ve onu canlandırmak yerine Ansiklopedi’de neden ilk sıraya konulduğu anlaşılamaz.” (s. 182-183).
Engels’in yorumundan bir kesit:
“Schelling’in Hegel’in sistemi hakkındaki ölüm hükmü bürokratik dilinden arındırılırsa, şuna varır: Hegel’in aslında kendine ait bir sistemi yoktu, ama benim düşüncelerimden arta kalanlarla sefil bir yaşam sürdü; ben kendimi “partie brillante”, yani pozitif felsefeyle meşgul ederken, o “partie honteuse”, yani negatif felsefeyle eğlendi ve benim buna ayıracak vaktim olmadığından, bunu ona emanet ettiğim için o bundan sonsuz bir mutluluk duyarak tamamlamayı ve detaylandırmayı kendi üzerine aldı. Bunun için onu suçlayacak mısınız? “Kendisine en yakın duran şeyi yaptı.” Yine de “büyük düşünürler arasında bir konuma” sahiptir, çünkü “diğerleri bu konuda sığ ve yüzeysel bir anlayışa sahipken, o özdeşlik felsefesinin temel düşüncesini tanıyan tek kişiydi”. Yine de Felsefenin yarısını bütüne dönüştürmek istediği için beklentiler onun için kötü görünüyordu.” (s. 184)
Kısa yorum: Schelling’in özdeşlik felsefesi, Hegel’in özdeşlik felsefesinden entelektüel algının rolünü belirtmesinden ötürü farklı bir noktadadır. Schelling, Hegel’in bunu kanıtlama noktasında manipülasyona başvurup suçlamaya yöneldiğini ifade ediyor. Oysa hem Hegel’in yaptığını yanlış yorumlama hem de hayatıyla bu yanlışı kanıtlama durumunda Schelling. Şöyle ki kanıtsız bir şekilde özdeşlik felsefesini algı yoluyla açıkladığını dile getiriyor, hem de hayatının ilerleyen kısmında vahiy ile bu algının derinleşmiş hali üzerine yoğunlaşıp buna pozitif felsefe diyor. Schelling Mutlak konusunda önemli bir adım atmıştır ancak vardığı konu aklı dinin emrine sokma çabası ile noktalanmıştır. Hegel’deki idealist olsa da akılcı yanı yani felsefeyi ve toplumcu özü (öznelerarasılığı) felsefi ve toplumsal çerçevede geliştirenler Marx ve Engels olmuştur. Bu anlamda yazının devamında Engels’in her türlü saldırıya rağmen Hegel’deki özü savunacaklarını söylemesi de dikkat çekicidir.
Bir diğer nokta da Schelling’in Hegel’in sistemindeki saf akıl – belirlenimsiz Varlık olarak başlangıcı kavrayamadığı ya da kavradığı halde bunu dile getirmekten kaçındığı şeklinde yorumlayabiliriz. Hegel’in felsefesinde düşüncenin maddeden öne gelen bir çerçevede oluştuğu aşikardır ancak tarihsellik, öznelerarasılık ve toplumsallık boyutları sadece felsefeye değil toplumsal analiz ve içkinlik yolu ile eleştiri gibi önemli katkılar sağlamıştır. Mantık’ta ise saf varlık belirlenemez olduğu için ve olsa da hem Mutlak’ı içerir hem de her türlü belirlenimden yoksun olduğu için başlangıca temel teşkil eder. Olumsuzluklar zinciri diyebileceğimiz sürecin olumlu bir şekilde sona ereceği ise Schelling’in gözünden kaçmış olamaz. Anlaşılıyor ki Schelling, nihayetinde Romantizm akımının da etkisi olduğu düşünülebilecek bir biçimde felsefeyi dinin emri altına sokmuş, buna pozitif anlam yüklemiş ve aklın yoluyla devam eden felsefi uğraşlara negatif/olumsuz anlamı yükleyerek, her ne kadar felsefi aklı dini çerçevenin belirli bir oranda içinde taşıyacak olsa da bir anlamda Aydınlanmacı felsefenin çerçevesinden tamamen uzaklaşmıştır.
N.B: Alıntıların çevirileri tarafıma aittir.