Yeni bilimsel yöntem, nihai bir sona göre düzenlenmiş bir evren fikrini yok ettiğinde, aynı zamanda bireyin arayışlarının ve arzularının nihai nedenler tarafından önceden belirlendiği hiyerarşik bir sosyal sistemi de geçersiz kılmıştır. “Tarafsız” olan yeni bilim, insanlığın büyük çoğunluğunu özgürlüğünden mahrum bırakan bir yaşam örgütlenmesini görmezden geliyordu. Evrenin fiziksel ve matematiksel yapısını kurma çabası sırasında, algılanabilir “beden” olan somut bireyle ilgili her türlü kaygıyı da reddetmek zorunda kaldı. Böyle bir soyutlama süreci, doğanın, insan gücü tarafından kontrol edilen bir evrene dönüştürülmesi amacıyla metodik olarak kullanılmasını ve dönüştürülmesini yöneten mantıksal bir önermeler sistemi olan sonucuyla tamamen doğrulanmıştır.
Gerçeklik fiziksel-matematiksel yapılara indirgendiğinde -ya da neredeyse indirgendiğinde-, “hakikat” yalnızca ölçülebilen ve hesaplanabilen şeylere ve bu koşulları ifade eden önermelere göre belirlenir, Böyle bir gerçeklik kendini kendi yasalarına göre tanımlar (bu yasalar yalnızca istatistiksel yasalar olsa bile). İnsan bunları anlayabilir, bunlara göre hareket edebilir ve kendi bireysel ya da toplumsal varoluşunun yasalarıyla hiçbir ortak noktası yokmuş gibi görünse de bunlardan etkilenebilir; bunlar onu yalnızca kendisi saf fiziksel-biyolojik madde olduğu ölçüde ilgilendirir. Diğer tüm yönleriyle insan kendini doğadan, daha doğrusu her türlü bireysel ve toplumsal varoluşun kabul ettiği ve kapsadığı gerçeklikten dışlanmış bulur.
Modern bilimin “metafizik temelleri “nden bahsetmekte haklı olabiliriz. Nitekim Alexandre Koyre yakın zamanda Galile biliminin ontolojik, deneysel olmayan yönlerine güçlü bir vurgu yapmıştır. Pisagorcu, Platoncu ve Aristotelesçi gelenek, en azından Newton’a kadar, bilimsel yönteme bir “felsefe” sağlayacak kadar güçlü kalmıştır. Birleştirilmeye yatkın evrensel fizik yasaları nosyonunun başlangıçta hala kesinlik fikrini koruduğu söylenebilir: ancak bu kesinlik giderek boşlaşma eğilimindedir, saf hesaplanabilirlik ve öngörülebilirlik alanına ait bir kesinliktir, kendi içinde ne bir telos ne de bir telosa yönelen herhangi bir yapı taşır. “Nesnelerin” yoğunluğu, tözsel opaklığı, tüm nesnellik buharlaşıyor gibi görünüyor. Tözsel bir kozmosu temsil edecek ne doğa ne de insan gerçekliği kalmıştır. İleri bilimsel yöntemde, düşüncenin kendisi, yoluna çıkan nesnelerden arındırılmış gibi görünmektedir: bunlar da yalnızca “uygun aracılar”, “kalıplar” ve “değişmezler”, “eskimiş kültürel varsayımlar” biçiminde kabul görmektedir. Düşünce ve pratiğin tüm nesneleri artık organizasyon terimleriyle tasarlanmakta ve “yansıtılmaktadır”: her türlü elle tutulur kesinliğin ötesinde, hakikat bir konvansiyon, etkinlik, “iç tutarlılık” meselesidir; ve temel deneyim artık somut deneyim ya da bir bütün olarak ele alınan toplumsal pratik değil, teknoloji tarafından düzenlenen idari pratiktir.
Böyle bir evrim, doğal dünyanın teknik bir dünyaya dönüşümünü yansıtmaktadır. Teknoloji, tam anlamıyla, ontoiolojinin yerini almıştır. Yeni düşünce tarzı ontolojik geleneği iptal etmiştir. İlk bakışta, gerçekliğin “denatüre edilmesi”, teknik dünyanın bireyin iradesine ve düşüncesine direnirken sergilediği korkunç enerjiyle maskelenmiş gibi görünebilir; insanın kendisini harekete geçmeye çağırdığı ve kendisine etki eden katıksız maddi ağırlık hiç bu kadar ezici olmamıştı. Ancak bu ağırlık insanın kendi ağırlığıdır. İnsanın kendi pratiği sayesinde teknik dünya, belki de ilk doğadan, teknik öncesi doğadan daha düşmanca ve daha yıkıcı bir “ikinci doğa”, schlechte Unmittelbarkeit (zararlı dolaysızlık) olarak kristalleşmiştir. Teknik gerçekliğin öznenin gerçekliğinden başka bir tözü yoktur. Dolayısıyla logosundan yoksunmuş gibi görünür ya da daha doğrusu logosu tüm gerçeklikten yoksunmuş gibi görünür, herhangi bir tözü olmayan mantıksal bir biçimdir. Çağdaş pozitivizm, semantik, sembolik mantık, dilbilimsel analiz, konuşma evrenini, kendilerine kimin için ya da ne için diye sormak zorunda kalmadan hesaplayan, ayarlayan ve bir araya getiren teknisyenlerin, uzmanların ve uzmanların kullanımı için tanımlar ve rafine eder; onların tek kaygısı, bu sürece bir amaç atamak değil, işleri yürütmektir. Bilim ve teknolojinin kendi içinde hiçbir değeri yoktur. Dışarıdan bakıldığında kendilerine atfedilebilecek tüm değerler ve hedefler karşısında “tarafsızdırlar”. Ancak böyle bir tarafsızlığa olumlu bir anlam yüklenir; gerçekliğin kendisi bir değerdir ve tam da saf biçim (ya da saf madde: bu bağlamda her iki terim de başka bir yerde karşıt olarak bir araya gelir) olarak tasarlandığı ölçüde değerlendirilir ve kendisini tüm amaçlara uygun hale getirir. Varlık o zaman araçsallığın ontolojik karakterini üstlenir: yapısı onu tüm kullanımlara ve tüm değişikliklere uygun hale getirir.
Ancak tüm değerlere karşı tarafsızlığın gerçekten bilimsel bir kavram olup olmadığı, yani modern bilimin yapısına içkin bir gereklilik olup olmadığı sorusu gündeme gelebilir. Ben tekniğin tarafsızlığının (ki bu bilimin tarafsızlığının sadece bir tezahürüdür) kendi içinde politik bir kavram olduğunu ve sanayi toplumunun tekniği gerçek anlamına aykırı bir anlamda geliştirdiğini düşünme eğilimindeyim. Tarihsel bir süreç olarak ele alınan teknik, içsel bir anlamla, kendi başına bir anlamla donatılmıştır: insanı zahmetten ve kaygıdan kurtarmanın, yaşam mücadelesini daha barışçıl bir sürece dönüştürmenin bir aracı olarak araçsallığı öngörür. Tekniğin içerdiği dünyanın yöntemsel dönüşümünün nihai nedeni de burada yatmaktadır. Ancak teknik, “saf” araçsallık olarak geliştirilme sürecinde, artık teknolojik gelişmenin amacı olmaktan çıkan bu nihai nedeni göz ardı etmiştir. Dolayısıyla, nihai olmayan saf araçsallık, evrensel bir tahakküm aracı haline gelmiştir. Teknik gerçekten de tahakküm içerir: düşmanca, şiddetli ve yıkıcı bir güç olduğu ölçüde doğaya hakimiyet; bu doğanın bir parçası olduğu ölçüde insana hakimiyet. Sanayi toplumu, haklı olarak, bu teknolojik tahakkümü uygulamaktadır; ancak toplum teknolojinin nihai nedenini göz ardı etme eğiliminde olduğu ölçüde, teknik kendi içinde sefaleti, şiddeti ve yıkımı sürdürür.
Çeviri: Cengizhan Kaptan
Orijinal makale: Herbert Marcuse (1964) World Without a Logos, Bulletin of the Atomic Scientists, 20:1, 25-26, DOI: 10.1080/00963402.1964.11454609