Türkiye İşçi Partisi (TİP), tarihsel olan Türkiye İşçi Partisi’nin ismine konmuş bir parti. Aynı gelenekten gelseler de (Türkiye reformist sosyalist geleneği) aynı siyasi çizgiden gelmeyen bir siyasi parti. Genelde yüksek sesle muhalefet yaptıklarına şahit olduğumuz parti kendisinin 4 Milletvekili (MV) ile gayet başarılı bir muhalefet yaptığını ifade etmekte. Ve bu 4 MV olan sayıyı 14, 24, 34 vs. yapsalar muhalefetin ne kadar güçlü olacağını düşünmeye davet ediyorlar bizleri.
Bizim için diyemem ancak benim için bağırmak ve slogan atmanın belirli bir zaman ve yerdeki kitle psikolojisini etkilemek dışında pek bir ehemmiyeti yok. Bunun yerine içerik ve kavramlara bakmayı, mevcut sistemin yerine ondan daha iyi olabilecek bir yaşam önermesinin geçerliliğine, imkanına bakmak genel tavrım. Haliyle bağırışlar, ajitasyon-propagandanın önemini reddetmemekle birlikte daha iyi bir yaşam kurmanın nasıl olacağına dair açılımlara odaklanmanın önemini vurguluyorum.
Bu tür araştırmalar için de en faydalı araştırma türlerinden birisinin de metin analizi olduğunu düşünüyorum. Metin analizi, kendi dünya görüşümüz, eleştirel tavrımız vesaire ötesinde araştırma nesnesinin kendi içkinliğinde ona bakmamıza yardımcı olabilir ve taraflı bakış risklerini asgari düzeye indirebilir. Zaten diyalektik diye ağızlardan düşmeyen ama içeriği aslında pek de uygulanmayan yolun belli başlı prensipleri arasında önemli bir unsur olarak yer alır içkinlik prensibi.
Buradan hareketle TİP’in Devrim Programı olarak adlandırdığı programa bakmak doğru bir tavır olsa gerek. Tabi bu temel bakış sonrası parti sözcülerinin, yöneticilerinin söyledikleri de analiz edilebilir – bu daha çok yapılıyor sosyal medyada. Benim yapmak istediğim ise o sözcü ve yöneticilerin neden söylediklerinin izdüşümlerini partinin temel belgelerinden hareketle yorumlayabilmek. Hali ile bu yazıyı sadece parti programı ile sınırlandıracağım ve bunun diğer analitik yaklaşımlara dayanak teşkil edeceğine güveniyorum.
TİP’in devrim programı şu bölümlerden oluşmakta:
Giriş
1. Bölüm: Parti Programı
2. Bölüm: Mücadele Programı
3. Bölüm: Sosyalizm Programı
Bütünlükçü bir devrim anlayışını çağrıştıracak bir yapısallık içeriyor. İncelemeye başlayalım.
Giriş
“Zamanların en kötüsü, zamanların en iyisi” olarak tanımlanan çağımızda işçi sınıfının devrime yürüyüşünün zamanı olarak bir tanımlama mevcut. Çağımız, sosyalizmin zafer çağı olarak nitelendiriliyor. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan proletarya vurgusu üzerinden bütün ülkelerin işçilerine birleşme çağrısı yapılıyor.
Bunlar klasikleşmiş çağrı ve tanımlar. Tek bir tespit yapalım gene de:
Şöyle bir ifade yer alıyor Giriş bölümünde:
“Yeni bir dünyanın, insanlığın aydınlık ve özgür geleceğinin anahtarı dünya işçi sınıfının ve onun ayrılmaz parçası olan sosyalistlerin elindedir.“
Bu ifade yanlış anlamlara yol açacak bir ifadedir çünkü durum sosyalistlerin işçi sınıfının ayrılmaz bir parçası olmak ile açıklanamaz devrim aşamasında. Tam aksine sınıf sosyalist bilinç kazandığı takdirde devrim mümkün hale gelebilir -gelmeyebilir de-. Ancak tarihsel olarak sosyalizm bilincinin işçi sınıfına genellikle “dışarıdan” götürüldüğü gibi bir gerçeklik mevcutsa da bu, sınıfın sosyalist bilince ulaşması ve bu ayrımın ortadan kalkmasına yöneliktir eylemsellik. Bu anlatımda ise sanki sosyalist olmayan bir sınıf ve yanında sosyalistler var gibi bir anlam yüklü. Sınıf bilincine, sosyalist bilince ulaşmış bir işçi sınıfı üzerinden tanım yapılabilirdi oysa.
Ajitasyon-propaganda şeklinde bir giriş bölümü olduğunu belirtip geçelim.
1. Bölüm: Parti Programı
Bu bölümün girişinde düşünsel, bilimsel, teknolojik ilerlemelerin bütün insanlar tarafından bunlardan yararlanabileceği tespiti ile başlıyor. Bu doğru. Devamında da sermaye-emek çelişkisi vurgulanıyor; zorunlu çalışma saatlerinin azaltılması, teknolojinin buna ve yıpratıcı çalışma koşullarını hafifletecek bir unsur olarak yeniden tasarımı gibi güzel noktalara değiniliyor. Mevcut gelişmenin nesnel olarak tüm insanlığa yetecek bir üretim araçları sunduğuna temas ediliyor. Olumlu tespitler.
Günümüzde, kapitalizmin bütünsel yani bütün yönleri ile bir bunalım içinde bulunduğu tespiti yapılıyor. 1980’lerden itibaren yükselen neoliberal politika ve ekonominin hükümranlığı ve hasarın şiddetlendiği vurgulanıyor. Siyasi ayrımların kimlik ve kültür alanlarına indirgenmesinden bahsetmek de önemli. Neoliberal kimlik politikalarının teşhir edilip gerçek yüzlerinin ortaya konması açısından önemli. Burada başka önemli bir nokta ise anti-kapitalizm ile anti-emperyalizmin birbirleri ile özdeş olmadığının ortaya konması. Ancak TİP’in bundan tam olarak ne anladığını ortaya koymadığını belirtmeliyiz. Mücadelelerin bir karşı çıkış anlamındaki hakkını teslim ederek mi bunu yapmakta; yoksa, benim olmayan mücadele, mücadele değildir olarak mı yapmakta? Bu husus söz gelimi Netflix’deki bir lezbiyen öpüşme sahnesinin kapitalizm tarafından kullanıldığına dair olan kısmında haklı iken, lezbiyenlerin öpüşmesinin kendisinin sorgulanması ucuzluğuna kapılmamalıdır. Diğer bir deyişle, sadece sınıf mücadelesi ve sosyalizm olan bir yerde öpüşürseler doğru yapıyorlardır gibi bir algıya götürmemelidir. Burada açık bir husus olmadığı için sadece ortaya bir kıstas koyuyorum. Aynı şekilde, ulusal hakları talep eden bir ulus, sosyalist bir biçimde(?) ulusal mücadele vermiyor diye ona yüz çevirmek gibi bir çapsızlıktan kaçınılmalıdır. Aksi takdirde eleştirilen emperyalizme tam teslimiyet söz konusu olur. Siyaset boşluğu doldurur; Özne’nin arzuları bu anlamda çok eksik kalır çoğu zaman.
Ekolojik konulara da değiniliyor bu bölümde; büyü ya da öl, karlılık gibi kapitalizmin temel unsurlarının doğa tahribatı ile ilişkisi vurgulanıyor. Sistem içi çözümlerin yetersizliği dile getiriliyor. Tüm bunlar doğru tespitler.
Bundan sonra aynı bölümde Türkiye’ye yönelik tespitler başlıyor ve Türkiye’de Burjuva Devrimi ve Cumhuriyetin Kuruluşu isimli bir başlık açılıyor.
Osmanlı’daki burjuvazinin emperyalist savaşta emperyalist işgale karşı da saltanat ve hilafete karşı da bir direniş gerçekleştirdiği yazılıyor. Osmanlı hanedanı emperyalist işgale teslim olunca da yoksul halk ile birlikte işgale direniş gösterildiği ve sürecin önce Kurtuluş Savaşı’na ve ardından da 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna evrildiği yazılıyor.
Tarihsel gelişim sürecinin “evrensel mantığı” açısından ve Türkiye’deki sürecin niteliği açısından bunu bir burjuva devrimi olarak nitelendirmek gerektiğini ifade ediyor TİP. İlerici ve aydınlanmacı karakteristiği ise Osmanlı’ya ve işgalcilere karşı mücadele kapsamında geçerli buluyor. Aydınların ve kurucu kadroların ilericiliğinin ise kapitalizm ötesine geçen bir yapı arz etmemesinden ötürü ilericiliğin çabucak sönümlendiği dile getiriliyor. İlericilik unsuru olarak ise 1920’de TKP’nin kuruluşu ile öncü güç olan işçi sınıfı mücadelesi belirtiliyor.
Buradaki sorunlar şudur: Türkiye’deki aydın (münevver – aydınlanmış) kişi ve kurucu kadroların içinde sermayeden en başta hareket eden ve onunla çelişen bir kadro varmış gibi bir izlenim uyandırılması. Oysa, daha en baştan itibaren pozitivist, sınıf ayrımları yerine sınıf dayanışması gibi soyut bir tezden hareketle, yabancı sermaye yerine ulusal sermaye ve ulus inşası üstlenen gayet gerici bir iktidarın hakimiyeti mevcut. TİP ve Türkiye sosyalistlerinin ya farkında olmadıkları ya da üstünü örttükleri nokta burası. Yoksul halkın savaşta direnmesi üzerinden bir sosyalizm-kapitalizm gerilimi varmışçasına izlenim uyandırmak sermayenin hakimiyetini ve bunu tesis etmek isteyen kapitalizmin arzusunu gölgelemektir. Kaldı ki daha Cumhuriyet kurulmadan önce sosyalist parti liderleri ve aydınlarına zulmeden bir tarih mevcuttur önümüzde.
İkinci bir husus da (çok husus var ama odaktan şaşmamak adına bu şekilde alabildiğine kısaltarak yazıyorum) Ermeni sosyalistlerden hiç bahsedilmemesi. Oysa TİP’in 1908’den bahsettiği, cumhuriyetten bahsettiği devirlerin öncüleri öyle daha ortada dahi olmayan Türk sosyalistleri değil onlara öncülük etmiş olması gereken Ermeni sosyalistlerdir. Daha Türkiye adını kullanmayan sosyalist fırkaların olduğu dönemde Ermeni sosyalistleri çok daha ilerici bir konumdaydılar. Bu şekilde Türkiye sosyalist hareketlerinin diğer ulusların sosyalist pratiklerini kendi alanlarında dahi görmezden geldiklerinin altını çizmek gerekmekte.
Bu bölümün geri kalan kısmında işçi sınıfının “halk”çı bir karakter taşıyacağı ve öncü rolü vurgulanıyor. Bunları burada tartışmayacağım ama TİP’in klasik, eski Sovyet jargonu temelli, “halk” gibi muğlak kavramlar üzerinden tanımlar yaptığı ve işçi sınıfının günümüzdeki nicel ve nitel durumlarını (sendikalı işçiler de dahil olmak üzere) yeniden yorumlamaya ihtiyaç duyduğu kesin. Parti öncülüğü, bu öncülüğün TİP’e ait olduğunun vurgulanması gibi sorunlu kısımları da sadece bu şekilde değinip geçiyorum. Ancak pratikte işçi sınıfı üzerinden değil başka sosyal katmanlar üzerinden hareket ederse bu programın kendisini TİP’in önüne koymalı her zaman.
2. Bölüm: Mücadele Programı
Özel mülkiyet eleştirisi ile giriş yapılıyor. Devrim perspektifi ile güncel mücadele başlıklarının bağının dinamik değerlendirilmesi gibi iyi bir hususa temas ediliyor. Anti-emperyalist kamp olarak başta AB, NATO, IMF gibi emperyalist kurum ve kuruluşlara ve yabancı askeri üslere karşı mücadeleden bahsediliyor. Ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel çatışmalar ile aynı paragrafta yer alıyor bu ifadeler ve tüm bu gerilimlerin nedenini onunla sınırlı tutan bir tavır izlenimi veriyor. Bu, Türkiye sosyalist hareketinin en temel sorunsalı belki de. Alevilere yapılan zulüm, Kürtlere uygulanan kırım ve baskı hep emperyal oyunlar üzerinden yorumlanıyor. “Bağımsız Türkiye”, “Kahrolsun emperyalizm” gibi tek yanlı bir bakış açısı ile yerel despotizmin suçları, sistematik örgüleri ikincil seviyeye indiriliyor. “Bağımsız Türkiye” şiarı ile sosyal-şovenizmin en koyusuna gömülmüş olmanın kodları burada. Ulusal mücadeleleri, etnik kırımları vesaire adeta emperyalizme karşı zafer ile bertaraf edecekleri gibi bir izlenim veriyor TİP. Bu en gerici, en akıldışı, en gerçekdışı yorumların öbeklendiği alan oluyor. Öteki, Öteki olarak kalıyor.
Halk düşmanı olarak nitelendirilen saray rejimine karşı mücadelenin devrimci cumhuriyet cephesi üzerinden yapılacağını öne süren TİP, bu cephenin itici güçleri olarak emekçiler, ilerici ve özgürlükçü toplum kesimlerini sayıp halkçı bir program etrafından toplanma vurgusu yapıyor. Yani eski Milli Demokratik Devrim (MDD) yerine Devrimci Cumhuriyet Cephesi (DCC) öneriliyor. Sosyalizme yönelişin de TİP tarafından icra edileceği yazılıyor devamında.
Bundan sonra Kürt sorunu işleniyor. “Kardeşlik ve birlikte yaşam” şeklinde bir şiar ile. Kürt sorununu sermaye egemenliğinin bir sonucu ve sınıf mücadelelerinin bir başlığı olarak değerlendiriyor TİP. TİP’e göre yoksul Kürt emekçileri Türkiye işçi sınıfının önemli bir bölmesi. Ve önerilen de tarihsel çıkar ortaklığı. Desteklediği ise eşit yurttaşlık, anadilde eğitim ve yaşam hakkı. Nefreti körükleyen yönelimlere karşı kardeşlik ve birlikte yaşam savunusu yapıyor.
Burada soyut bir kardeşlik şiarı sonrası eşit yurttaşlık daha somut bir talep. TİP, Kürt sorununu sermaye egemenliğinin bir sonucuna bağlarken Kürt ulusal burjuvazisinin ayrı bir ulusun burjuvazisinin egemenliğini kabul etmiş olduğunu dolaylı bir biçimde kabul ediyor. Ancak bunun ne anlama geldiğini, sömürgecilik ilişkisini devre dışı bırakıyor. Sonra menevra yapıp, Kürt emekçilerini Türkiye işçi sınıfının bir unsuru olarak kabul ediyor. Yani TİP’e göre bu sadece bir olgu değil aynı zamanda sınıf mücadelesinin bir temeli. Kürt işçi sınıfının Türkiyeli işçinin Türkiye burjuvazisine savaşımında bir bileşen ötesinde değerlendirilmesi gibi bir kaygı yer almıyor TİP’in söyleminde. Eşit olmayanları eşitlemenin de bir eşitsizlik üretimi olduğunu unutuveriyor. Kürt işçisinin kendi burjuvazisinin dahi sömürgeleştirilen bir halde olduğunu ve Kürt işçisinin Türk işçisine de giden artık değer üretiminde payı olduğunu saklıyor. Tabi bu şekilde asimile edilen bir ulusun halk olarak değerlendirilmesi ve Türkiye işçisi ile sanki ortak çıkar varmış gibi değerlendirilmesi o soyut evrenselci mantığın sonucu olarak ortak çıkar değerlendirmesine vardırıyor TİP’i. Bunlara rağmen eşit yurttaşlık ve anadilde eğitim ve yaşam hakkının ise nasıl entegre edici ve meşrulaştırıcı bir mantık içerdiğini bu içkinlikte tespit edebiliyoruz.
Daha sonra daha da asimilasyoncu bir yaklaşım mevcut. TİP, ta Kaypakkaya’nın dile getirdiği ulus-halk ayrımı eleştirisini hasır altı edip, “Kürt halkının kendi geleceğini ve kaderini belirleme hakkını kabul” ediyor. Nasıl kabul ediliyorsa artık; anadil verip, eşit yurttaşlık verip bunlara razı olmaktan başka bir seçenek bırakılmıyor Kürtlere. Burjuvazisinin sömürgeleştirildiği, katmerli sömürüye maruz kalındığını vesaire bir yana bırakıp, bir ulus tanımı dahi yapmayan TİP görünürde kader tayin hakkına değiniyor. Tamamen içi boş, sahte bir biçimde. TİP Türk burjuvazisinin Kürt burjuvazisinin varlıklarına konmasını kabul etmiş oluyor zira ulusu görmezden geliyor. Oysa ulus, burjuvazinin eseri kapitalizmde. Bu kabul edilemez bir sömürgecilik kabulü olarak yer alıyor TİP programında.
Kürt halkı ve mücadelesini de Türkiye devrimci halk hareketinin bir parçası olarak görmekte aynı sorun ve asimile edici anlayış var. Zira TİP Kürt siyasal hareketi ile olan ilişkilerini işçi sınıfı çıkarları üzerinden değerlendireceğini ifade ediyor. Yani Kürtleri bir ulus olarak görmeyip sadece Türkiye’deki işçi sınıfının çıkarlarına hizmet verdikleri ölçüde destekleyeceğini ifade ediyor. Düpedüz sömürgeci bir karakteristik taşıyor bu ifadeler de.
Bundan sonraki kısımlarda eşit yurttaşlık ve haklardan eşit yararlanma öğeleri öne çıkıyor. Emperyalizmin Ortadoğu’daki emellerine karşı bağımsızlık mücadelelerine destek verildiği ifade ediliyor. Burada sayılan ülkeler Filistin, Suriye, Yemen ve Afganistan gibi ülkeler. Yorumsuz geçelim. Dışarıdaki özgürlüklere karşı pek destek çıkıyor TİP.
Mezhepçiliğe karşı eşit yurttaşlık, kadın mücadelesi, gençler ve çocuklara yönelik destek, ücretsiz, bilimsel, anadilde eğitim, sağlık hizmetleri, tarım ve hayvancılığa destek, doğanın kırımına karşı mücadele, kültür ve sanatta özerklik, cinsel kimlik ve yönelim ayrımcılığına son vermek gibi konulara kısa başlıklar halinde değiniliyor. Hülasa, eşit yaşamın önündeki engellerin kaldırılmasının amaç edinildiği vurgulanıyor.
Bu bölüm TİP’in devrim programının en sorunlu bölümü. Gelenekteki şoven ve asimilasyoncu yanda hiçbir düzelme gösterilmediğinin açıkça yer aldığı bölüm.
3. Bölüm: Sosyalizm Programı
Bu bölüm en kısa bölüm. İyi de bir tavır bu zira sosyalizmin ana hatları dışında tasvirinin yapılması gereksiz bir çaba.
Sosyalizmin ön koşulu olarak siyasal bir devrim ortaya konuyor ve bu devrimin partisinin öncülüğünde işçi sınıfı tarafından yapılacağı yazılı. Farklı halk kesimlerinin de katılımına temas ediliyor. Öncü işçi sınıfı ve onun öncüsü de parti – başka bir deyişle.
Özel mülkiyetin kaldırılacağı ve üretim ilişkilerinin değiştirileceği vurgulanıyor. Sosyalizmin sınıfsız topluma uzanan birinci aşamasında mevcut olacak geçiş sürecinin bunları içereceği belirtiliyor. Tüm dünyanın sosyalizme geçmedikçe devrimin sona ermeyeceği dile getiriliyor.
Çalışma, üretim ve bölüşümde sosyalist ilkeler hatırlatılıyor. Çalışamayanların güvence altında olacakları gibi. Sosyalist demokraside egemen sınıf işçi sınıfı ve onun devlet yönetimi olacak deniyor. Temel yurttaş haklarının güvence altında olacağı ve dış politikada bağımsızlık, barış ve kardeşlik ilkelerinin geçerli olacağına dair kısa alt-başlıklar ile program son buluyor. Sosyalizm programının reel sosyalizm diye tabir edilen döneme ait öğretilerin bir tekrarı olduğu ve slogancı bir dil içerdiğini belirterek tamamlayayım ben de.
Sonuç
Evet; kısaca TİP’in Devrim Programı’nı eleştirel bir şekilde özetleyip değerlendirdim.
Bu değerlendirme elbette daha da genişletebilir ve literatür, deneyimler ve tarihsel bulgular ışığında daha da yoğun bir eleştirel nitelik kazanabilir. Ayrıca, daha da derinleşen bir analiz için, partinin yönetici ve sözcülerinin demeçleri, sosyal medya paylaşımları gibi materyale de yönelinebilir. Ancak ben bu girizgah niteliğindeki yazı ile bırakıyorum burada.
Ermeni sosyalistlerden bahsedilmediğine yukarıda değindim. Bunun yanısıra Türkiye tarihinde yaşanan ve miras alınan katliamlara yönelik hiçbir değinide bulunulmaması çok büyük bir eksiklik. Türkiye’de yaşanan ve sıradan hale gelen ırkçılığın, nefret söyleminin, pogrom ve soykırımların açıkça dile getirilmemesi çok eksik bir siyasi tavrı imliyor.
Görüleceği gibi, TİP’in kendisini yeni bir soluk ve ses olarak sunmasının ötesinde Türkiye sosyalist hareketi tarihindeki içkin sorunları aşamayan, eskinin tekrarı bir siyasi oluşum olduğunu söylemek mümkün. Eskiyi pek bilmeyen ya da geçmişi unutan, unutturmak isteyen kesimlere hitap edebilir belki ancak varacağı sonuç konusunda iyimser bir tutum takınmak mümkün değil.
Günümüzde toplumsal dönüşüm için böyle bir TİP’e ne kadar ihtiyaç olduğu ortada.
Parti programı linki: https://tip.org.tr/program/