Türkiye’deki insan hakları ihlalleri yükselirken, 50 yaşına merdiven dayadığım bu günlerde, siyasi iktidarın yapılmaması gereken her şeyi yaptığına tanık olmak, bu anlamda çocukluk evresi yaşatıyor belki de. ‘Çocukluk evresi’ demem, bilinç ile alakalı bir husus değil; daha önce bu kadar ucuzca popülist bir politika izlenmesine ülkesel boyutta şahit olmamaktan kaynaklanıyor.
Devletlerin, siyasi iktidarların baskı araçları ve gerekli gördüklerinde en şiddetli tedbirleri aldıklarını görerek, öğrenerek yetiştik. Ancak, siyasi anlamda bir faşizan yapıya dahi yakışmayacak(!) kadar ucuz medyatik gösterilere pek az şahit olduk. Belki de teknoloji ve medya kullanımının post-modern dünyadaki düşük seviyeli muktedir perspektifinde uyarlanışın bir tezahürüdür bunlar. Karışık, karmaşık; pek çok analiz edilmesi gereken diğer konular gibi.
Türkiye’nin Afrin’e saldırması ile birlikte Medal of Honor‘dan ekran görüntülerini paylaşan, sınır boyuna müthiş sanatçıları götürüp ‘Afrin’den dolan da gel’ diye türkü söyleten bir siyasi iktidarın en yasal şekliyle bu popülizmi yaşadığını, yaşattığını izledik. Füzelerin üzerine mesaj yazmalar ve bunlara destek veren koca yığınlar. Deleuze ve Guattari, ‘Kapitalizm ve Şizofreni’ serisinin ikinci kitabı olan Bin Yayla‘da, faşizmin bir kitle hareketi olduğunu yinelemişlerdi. Faşizmin totaliterlikten ziyade, kanserli bir beden olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bu bedenin bir parçası olan her bireyin de şöyle ya da böyle, o bedendeki hastalığa maruz olduğunu belirtmişlerdi. Bu doğru tespitlerini ben de neoliberal iktidarlar ile faşizm arasındaki ilişki bazında değerlendiriyorum: neoliberalizm, gerekli şartlar oluştuğunda faşizme evrilen süslü bir kapıdır; daha önceki yazımda belirttiğim gibi, nikotin gibidir. Bu yazıda, etkilerin tüm toplumsal yapıya yönelik olarak işlenmesi değil yazma amacım; iktidarın faşizmi yerleştirmek için kitlesel hareketleri nasıl örgütlediğine dair yazmak ve örnek olay olarak da Diyarbakır’da, HDP İl Binası’nın önünde eylem yapan anneleri işlemek.
Diyarbakır’da eylem yapan annelerin acılarını anlamak mümkün, hem de çok mümkün. İdeolojik ve politik kaygıların ötesinde, her insanın evladının geleceğinin güzel olmasına yönelik kaygıları ve dilekleri vardır. Ancak bu kaygıların ortadan kaldırılması kimin sorumluluğundadır? HDP’nin adres gösterilmesi ne kadar gerçekçidir? Evlatlarının acısını çeken ‘tüm’ anneler için çözümün adresi neresidir? Ve tabi kaçınılmaz soru: O anneleri orada oturmaya teşvik edenler, bu bahsedilen sorunları çözmek niyetinde midir?
Anneler hakkında spekülatif yorumlara girmeyeceğim; bu konuda zaten basın organlarında ve sosyal medyada yeterince paylaşım yapıldı. Hepsinin gerçekten evlatlarına kavuşmak isteyen anneler olduklarını farzedeceğim. Karmaşık analizler en güvenilir analizler olması gerektiği halde, bu konuda çatallanma yapmayacağım zira herkesin rol yapan bireyleri ciddiye almama konusunda görüş birliği olduğuna inanıyorum.
O halde konuyu biraz açalım: Diyarbakır’da yerel seçim sonuçları ile bir kez daha uğramış siyasi iktidarın, seçimin hemen akabinde tekrardan kayyum atama gibi anti-demokratik bir yola başvuracağını okumuş ve öğrenmiştik. Çocuklarının akıbetini öğrenmek için eylem başlatan annelerin tam da kayyum atanmasından sonra bu eyleme başlamasının nedeni, açıkça bir biçimde gaspa karşı çıkan ve demokratik haklarını arayan Diyarbakır halkının siyasi temsilcisi konumundaki HDP’nin kapısına dayanması, iktidarın hani o meşhur söylemi ile ‘manidar’dır. HDP’yi bir kez daha kriminalize etmek ve terörle işbirliği yapan bir siyasi parti durumuna düşürmek için dayatılan bir kitle hareketi olduğu izlenimini uyandırmaktadır bu eylem. İzlenimini uyandırmaktan öte, böyle bir amacı taşıdığı kesin gibidir zira bir takım demeçleri bir araya getirmek daha da destekleyici olacaktır.
Örneğin, 6 gün kadar önce, Erdoğan, Cumartesi Anneleri için buraya (Diyarbakır’a – C.K.) gidenlerin şimdi ise gitmediğini söyledi. Hatta daha da ileriye gidip kimsenin PKK’ye karşı çıkmadığına kadar götürdü işi¹. Aydınlık Gazetesi’ne dair web sitesinde, anneler için imza kampanyası düzenlendiği duyuruldu ve davet paylaşıldı². MHP lideri Bahçeli, bildik üslubu ile, eylem yapan annelere ilgisiz kalanların akan kandan sorumlu olduğunu ifade etti³. Bütün bunlara, Ak-Kürtlerden Orhan Miroğlu ve Mehmet Metiner’in katılması gecikmedi. Miroğlu, HDP’nin dağa gönderilen gençlerin ara istasyonu olduğunu menüye serpiştirdi⁴. Tabi, bir diğer Ak-Kürt Mehmet Metiner’in de koroya katılması kaçınılmazdı: o da ‘yeni bir sosyoloji doğuyor’ diye müthiş(!) bir tespitte bulundu ve bu sosyoloji, HDP’nin kapısına kilit vurdurtacaktı ona göre. Bunların üstüne, Yeni Şafak adlı gazete, hazır suçlu ilan edilmişken(!), Kulp’taki saldırıyı HDP’nin yaptığını yazacak kadar provokatif bir adım attı ve akabinde AKP Milletvekili Mustafa Yeneroğlu’nun dahi tepkisini çekti. Öyle ya, adalet bu; herkese lazım! Bülent Arınç, Ahmet Türk’ün hakkını teslim ettiği için çok da şiddetli olmasa da tepkileri üzerine çekti. Bir dönem neoliberal çizgide nispi özgürlük sloganı ile adım atan tüm AKP’lilerin nasıl sistemden ayıklandığını, kızağa çekilmiş olduklarını bir kez daha gördük. Bir de HDP İl ve İlçe Başkanlıkları’na yönelik soruşturma açılmasını atlamayalım tabi; asıl amacın önemli yansımalarından birisi bu da. Sanki, insanların dağa gitmesi HDP ile başladı. Hep bir sorun saklama, ana sorunu örtme çabası görüyoruz egemenlerde. Birisi de çıkıp neden dağa çıkıldığını konuşmaz. Dağa çıkaran sebepleri kavrayıp çözüm önerisine ulaşmaya çalışmak bu kadar mı zordur? Samimiyetten uzak bir çözüm sürecinde dahi göreceli bir güzel hava esmemiş midir? Tabi, güzel hava ve özgürlük ortamının özgürlükten yana olanlara yaradığını gördü iktidar sahipleri 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde. Faşizan yapılar, korkudan besleniyor; ve bu korkuya karşı ‘savunma arzusu’nu şişirmek de onların görevi oluyor. Savaşlara bu kadar açık destek yaratan, sokaktaki mülteciye, kadına, hayvana bu kadar kin besleyen bir toplum nasıl yaratılırdı yoksa?
Bu demeçlerin, eylemlerin, Deleuze ve Guattari’den yukarıda bahsettiğimiz yere geri dönersek, tek bir amacı taşıdığı belli: kitle hareketi inşa edip, kayyımları gölgelemek ve HDP’yi bir kez daha kriminalize etmek. Peki, bu taktik(!) tutar mı? Tam da bu nokta, iktidarın çıkmaz sokakta ilerlediğinin en büyük göstergesi. Bu yapılan kriminalize etmeye yönelik operasyon, politik bilinci oldukça yüksek olan Kürt halkına tesir etmeyeceği gibi, inandırıcılığını Türkler arasında da daha da artan bir şekilde yitirmeye başlamıştır. İnsanlar, an itibarıyle, devamlı bir suçlama ve hedef gösterme operasyonları karşısında iktidarın beklediği ilgiyi göstermezken sanatçılığı kendinden menkul kişilerin Diyarbakır’a gitmesine istihzai bir şekilde tepki vermektedirler. Kitle hareketi örgütlemekte ustalaşan iktidar, sürekli faşizmin çıkmaz sokak olduğunu her an hissetmekte ancak geriye dönüş olmadığını da bilmekte ama bunu kabul ettirmeye çalışmaktadır.
Popülizmin en büyük açmazı budur kanımca; kitleleri duygusuzlaştırmanın ve bağımlı hale getirmenin bir gün onları mobilize etme konusunda da yetersiz kalacağı kaçınılmaz bir sonuçtur. Marx’ın kapitalizmin kendi mezar kazıcısı olduğunu ifadesinin, bu tür sosyo-psikolojik etkiler anlamında da geçerli olduğunu düşünüyorum. Karar verme mekanizmalarında yapay zekanın öneminin her gün artarak araştırıldığı günümüzde, hataları ile meşhur insan zekasının iyice zayıflatıldığı bir rejim dayatmanın cenderesini halklarını geri bırakanların da ödemesi kaçınılmazdır zira bu tarz rejimlerin dayatıldığı ülkelerde düşünen ve üreten insan (ki herşeye rağmen en önemli unsurdur) çıkmayacaktır.
Bütün bunlara rağmen, eğer çözüm isteniyorsa o zaman bir kez olsun samimi adımlar atılması gerekir. Nedir bu samimi adımlar? Çözüme yönelik atmaktır adımları. Her kesimden anneleri içine alabilmektir sürecin. Çözümün gönüllü ya da gönülsüz bir barış olduğunu kavramak ve kavratmaktır; insanları ‘terörist’ olarak yaftalamak değil elbette. Atabilecek bir iktidar var mıdır bugünkü Türkiye’de? Yoktur. Zira Diyarbakır eylemindeki anneler üzerinden çözüm değil kriminalize etmek için hareket edenler, 15 Eylül 2019’daki Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Lisesi önündeki eylemine bir kez daha izin vermemiştir. Kamuoyunda Kızıltepe JİTEM davası olarak bilinen davanın zamanaşımından düşürülmesi gerçekleştirilmiştir. Barış Anneleri’ni itekleyen polis gücünün diğer fertleri, Diyarbakır’da izzet-ikramda bulunmaktadır annelere. Bu ‘biz ve ötekiler’ müflis anlayışında diretileceği aşikardır. Dahası, İdlib’te ve Rojava’da umduğunu bulamayan ve Suriye’de daha geçen gün savaşın bittiğini söyleyen Lavrov’a rağmen savaşın devam etmesini tek arzulayan Türkiye’deki rejimdir. Herşeyi politik ve ideolojik anlamında kendi nefret söylemine çekmeye çalışan iktidarın, sosyolojik ve sosyo-psikolojik tespitleri de kriminalize etmesi bundandır. İsmail Beşikçi Hoca’nın deyimi ile ‘alt-sömürge’nin ve genelde Türkiye’de yaşayan tüm insanların bugününü ve geleceğini karartan bu ideolojik yaklaşımdır, inkar odaklı ve inkara karşı çıkanların seslerini duymaya dahi tahammül edememe psikozudur bu yapılanlar. Şizofren bir toplumun yönetiminin psikoza yakalanmış yöneticiler tarafından anti-tedavi süreci işletilmektedir. Bu ve benimkilerden daha doğru ve içeriği zengin tespitleri okuyan bir rejim mensubunun, bu yazılanlar üzerinde düşünmesini mi yoksa öfkelenmesini mi bekleriz? Buna verilecek cevap, iktidarının atacağı adımların ne olacağına dair de cevaptır oysa! Amacımız topluma yönelik tespitler ve çözüm yolları aramak olsa da bunların ideolojye saplanmış kurum ve yorumlara kurban edilmesi daima mümkündür.
Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da belirttiği gibi ‘katı olan her şey buharlaşmaktadır’. Bununla Deleuze ve Guattari’nin, kapitalist toplumdaki şizofreninin her gerçeği tuzla buz etmesi hakkındaki tespitleri arasında dikkat çeken bir ilişki vardır. Toplum bugün bir değerler bütünlüğünde değil, her an değişmesi mümkün, kopuk ve ortadan neredeyse kalkmış bağlar yüzünden dejenere olmuş durumdadır. Bu kapsamda, bu dejenerasyonun bir değişimin eşiğinde olduğumuzu gösterdiği açıktır çünkü artık bir çatallanma sürecidir var olan ve bu toparlanması mümkün olmayan bir krize işaret etmektedir. Çatallanma anlarındaki toplumların tercihlerini yapacakları ve bu tercihlerin, bir sonraki çatallanma dönemine kadar nispi bir denge oluşturacağı açıktır. Muhalif olana düşen, kendi değerlerini ve kurumlarını var etme mücadelesine tutunmaktır. İlerisinin toplumunun kurulmasına yönelik çalışma ve uygulamalarına her türlü baskı ve şiddete rağmen devam etmesidir. Bu mücadele ise, Kürtlerin kimliklerini koruma ve tanınması için demokratik ulus temelinde, ve genelde ise özgürlükten yana şekillenen bir mücadele olacaktır.
Son söz: İktidarlar gider, halklar kalır.
16 Eylül 2019’da Gazete Karınca’da yayınlandı.