Byung-Chul Han’ın ‘Psikopolitika’sı üzerine

Bu yazımı Byung-Chul Han’ın nihayet Türkçe çevirisi yapılan Psikopolitika kitabına ayırdım. Aslında bugünlerde yükselen ırkçılığı ve kendini masumane(!) bir şekilde dayandırmaya çalıştığı üst-kimlik tanımını tartışmak istiyordum ama hem bu konuda güzel yazılar zaten yazıldı ve belki de bilinçötemde bir nefes alma ihtiyacı oluştu.

Byung Chul Han’ın kitabının çevrilmesi bir kazanım; emeği geçen herkese (Metis Yayınları’na, eseri tercüme eden Haluk Barışcan’a ve ilgili diğer herkese) teşekkürler. Ayrıca Gazete Duvar’da 28 Eylül 2019’da yayınlanan Emek Erez’in “Neoliberalizm ve yeni iktidar teknikleri” adlı tanıtım yazısı ve 27 Eylül 2019’da eserdeki “Özgürlüğün Krizi” adlı pasajı yayınlayan Gazete Karınca’ya da teşekkürler.

Eserin içindeki denemeler, kapitalizmin geçirdiği evrimsel süreçle ilgili değerli tespitler içermekte. Aslında kitabın ismi ‘Psikopolitika’ da bununla ilintili. Foucault’nun gözetim toplumu ve ‘biyopolitika’ analizlerinin artık günümüz dünyasına hitap etmediği, insanların gözetilmekten kaçmaları bir yana, gönüllü dijital emek köleleri olduğu ve saklanmak bir yana kendilerini gönüllü teşhir ettiklerini bir çok örnek vererek ve doğru bir biçimde ortaya koyuyor Han.

Jeremy Bentham tarafından 18. yüzyıl sonuna doğru tanımlanan ‘panoptikon’ hapishane biçimi, malum, mahkumlar, akıl hastaları, okullar gibi kamusal alanları devamlı gözetim altında tutmak için yaratılmış bir ‘Gözetim Evi’ dizaynıydı. Sonrasında fabrikalara dahi uygulanacak şekilde ilerletti bu dizaynını Bentham; Willey Reveley’nin etkileyici(!) çizim desteği ile de. Amaç, devamlı gözetilmenin bireye, ‘Öteki’ tarafından hissettirilmesi idi. Bentham, bu dizayn sayesinde yani dağınık talimatların tek bir mimari fikir üzerinde cisim bulması sonucunda, ahlaki değerlerin reforme edildiğini, sağlık hizmetlerinin korunduğunu ve endüstrinin canlandırıldığını öne sürmüştür. Foucault ise bu bakış açısını eleştirel anlamda geliştirerek, panoptikon dizaynı ve gözetimin genişlemesini, modern toplumların kategorizasyonu, disiplini, hiyerarşisi içindeki ana gelişme olarak değerlendirdi. Başka bir deyişle, Foucault, Bentham’ın hapishane dizaynının tüm toplum hücrelerine uygulandığını ve tüm toplumun düzen ve denetime bağımlı hale geldiğini ileri sürdü. Han ise, eserin dördüncü denemesi olan ‘Biyopolitika’da bu konuya odaklanmakta ve Foucault’nun denetim altındaki toplum analizinin neoliberalizm ile son bulduğunu ileri sürmektedir. Neoliberal düzende artık ruhun/aklın (İng. psyche – örneğin Jung’a göre ruhsal aygıtın tümü, kişiliğin tümü, Yunanca: ruh) herşeyin üstünde olduğunu söylemektedir. Beşinci denemede ise Foucault’nun ikilemini tartışıp, Foucault’nun Disiplin ve Ceza’da disiplin toplumunun neoliberal toplumu kapsamadığını kabul ettiğini, 1978-79 derslerinde neoliberal biyopolitikayı tartışmadığını ve kısaca ifade edersek, bunların, Foucault’nun yüzünü biyopolitikadan psikopolitikaya çevirmemesinden kaynaklandığını ifade ediyor.

Psikolojik anlamda toplumun nasıl köleleştirildiğini ise gayet güzel açıklıyor Han. ‘Büyük Veri’ (Big Data) kapsamında Harari’nin de ‘dataizm’ (dataism) olarak tanımladığı ‘yeni din’e dair tespitleri çarpıcı. Gerçekten de, örneğin Facebook, Twitter, Instagram kullanan bizler, sosyal medya hizmeti sunan firmalara genelde bedava işçilik yapıyoruz ve onlara hakkımızda çeşitli düzeylerde veri akışı sağlıyoruz. Bu veri çok büyük ve her iki yılda bir dünyada daha önce oluşturulan verinin kapasitesine ulaşmakta. Bulut sistemleri gibi teknolojilerin gelişmesi de bundan zira bu kadar çok veriyi tek başına barındıracak bir bilgisayar bulunmamakta (gelişen teknoloji ile bulunmasına gerek de kalmamakta). Bu veri akışını bireyi veri akışına zorlayan değil, motive eden bu firmalar, bireyin heyecanlarına ve duygularına (İngilizce’deki feeling ile emotionve affectayrımı kitapta uzunca tartışılmış durumda) yönelik ‘kışkırtma’ yapıp, bireyin köleliğinden haz almasını sağlıyor nerede ise Han’a göre. Dijital emekçiler olan milyarlar ise kişisel haz ve Öteki tarafından beğenilmenin verdiğitatmin ile veri sağlamaya ve gönüllü işçilik (Han’a göre kölelik) sağlamakta yarışıyor. Bu anlamda bireysel bir performans toplumu yaratan neoliberalizm tespitine katılmamak mümkün değil. Ancak, bu kişisel ve öznesel değer taşıyan heyecan toplumunun kölelik dışında asıl sorunu örgütsüzlük ve örgütlü bir model yaratmaktan uzaklaşan bir toplum yapısı. Bireylerin toplum oluşturmadığı gibi bir sonuca gidebilir ya da toplumun niteliğini yeniden tartışabiliriz bu anlamda. Han’ın kitabında değinilmeyen nokta bu.

Yumurta-tavuk ikilemine düşmeden (böyle dediğimizde genelde düşeriz) neoliberalizmin bu ‘görünüşte tanrı, özde köle-birey’ sistemini doğurmasını, bireyin tanrılaşmasına giden süreçten ayıklayarak yalın bir olgu olarak ortaya koymak kaçınılmaz derecede eleştiri ve tartışmalara neden olacaktır, oluyor (tartışma ve eleştirme güzeldir; hele sonuca götürdüğünde). Öncelikle psikolojik yapının biyolojik yapının yerine ikame edildiğini savunan Han’ın, davranışbilimin popülaritesinin azalıp (behaviorism örnek: Skinner) bilişsel (cognitive) psikolojinin (örnek: Daniel Kahneman) yükselişi ile bu süreci ilişkilendirmesi güzel olurdu. İnsanların makina olduğu anlayışının (ki Han buna değiniyor kitabında) yerini insanın hikaye anlatan (mesela McAdams), hatalı karar verebilen (örnek Kahneman) bir varlık olarak değerlendirilmesinin bu toplum düzeni ve oluşturulan akademik yapı ile ilişkileri kuvvetli. Demem o ki, psişeden konuşuluyorsa, psikolojinin bir bilim dalı olarak nasıl geliştiği ve dizayn edildiğinin önemi atlanılmamalı.

Panaptikon

Benim kitaba bir sentez arama kapsamında ana itirazım, yer yer neoliberal düzenin, gözetim toplumu ve totaliter düzenleri mutlak surette ikame etmiş bir şekilde sunulması. Neoliberal düzenin dejenere ve diğer bireylerden emek anlamında yalıtılmış birey yapısını gayet yerinde tespitlerle inceleyen Han, totaliter rejimlerin geride kaldığı gibi bir yanılsamanın içine düşmüşcesine Foucault’yu, Orwell’i eleştirmekte. Evet, Han’ın dediği gibi, Londra’nın üzerine her gece bomba yağmıyor ama Suriye’ye gece-gündüz demeden bomba yağıyor örneğin. İnsanların neoliberal düzenlerde manşete dahi düşmeden nasıl gözetim sonrası ele geçirildiğini işlemiyor ya da. Çizilen tablo neoliberal düzen avukatlarının hoşuna gidebilir zira maya tutmuştur. Tutmuş mudur oysa? Sayın Aydın Çubukçu’nun geçtiğimiz günlerde Kolombiya, Bolivya, Şili, Irak ve Lübnan’daki toplumsal hareketleri inceleyen ve dünyanın yeni bir devrim çağında olduğunu işleyen yazısı Han’ın işleyemediği çarpıcı bir konu ve Han’ın neoliberal dalgayı dünya hakimi gibi sunan (olgusal anlamda tabi, fikri anlamda değil) eserine karşı güzel bir manifesto niteliği görüyor. Han’ın ve bir çok değerli görüşleri olan siyaset kuramcılarının işlemediği nokta tam da burasıdır. Evet, prekarya (ki bu da anaakım Marksistlerce tartışılsa da içeriğini önemserim) durumunda, sendikasız, taşeron, sigortasız çalışıp modern kölelik yapan emekçiler, onların davalarına gönül veren dostları, ulusal bilincini oluşturup kimliğinden vazgeçmeyeceğini dünyaya haykıran Kürt ulusu, Şili’deki işçi, Lübnan’daki garson, Irak’taki boyacı manifestosunu tüm örgütsüzlük yapılandırmalarına rağmen veriyor. Onurlu bir şekilde direniyor, geleceğinin selfie’de değil, kendi elleriyle yazdığı tarihte olduğunu bilinci ve bilinçötesinde kazıyor tarihin levhasına.

Han’ın Foucault’ya eleştirisi, görüşlerinin biyolojiden (davranışçılık diyelim, behaviorism’den esinti ile), psikolojiye (psiko-politika babında) giden yolu kapsamaması idi. Bu halde, felsefenin kavram yaratmak olduğunu ifade eden Deleuze’den hareketle bir önerme yapalım (üzerine bir makale yayınlayacak zaman ve güç olmasını dileyerek): biyopsikoloji (İng. biopsychology) olarak adlandırılan ve popülaritesi gittikçe artan psikoloji branşını esas alalım. Kısaca, insan aklının (psişe) biyolojik nedenlere dayanmasından yola çıkan ve bu etkileşimi araştıran bir bilim alanı biyopsikoloji. Buradan yola çıkarak politikanın da “biyopsikopolitika” olarak değerlendirilmesi daha geniş ve doğru, sentezleyici yaklaşım olacaktır. Han, Foucault’nun psikolojik alanı incelemediğini söylemiştir; kendisi de neoliberal yapının de facto hakim olduğunu söyleyerek psikopolitikayı ikame olarak öne sürmektedir. Oysa, biyo- ve psiko- diyalektiğini tartışmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Psikoloji, birey aklını esas alır, toplumsal tarafı kaçırmaya gayet elverişlidir ve bazen ‘psikolojizm’ yani herşeyi izafi görme çıkmazına sürükler. Kendim psikoloji eğitimi almış olsam da bu böyle; bireyin esas alındığı yapı dikiş tutmaz. Toplumsal psikolojide de bireyin toplumdaki hali işlenir, toplumun hali değil. Bu anlamda ‘psikopolitika’ kavramsal olarak dahi tartışılmalıdır çünkü ‘biyo’ toplumsal anlam taşıyabilir ama ‘psiko’ ön eki toplum değil birey analizine daha uygundur. Deleuze’ün psikanaliz eleştirisinin temelinde de, kendi kendine terapi yapma kitaplarının enflasyona uğramasına rağmen toplumda artan psişik travmaların kaçınılmazlığı hep bu ana nedene dayanır: toplumda var olan örgütsüz, dayanışmasız, kırılgan ve hatta dejenere bir yapılanma. Bu yapı değişmeden bireysel kurtuluş ancak pek azımız için mümkündür (mümkün müdür?). Cam kırıkları gibi olduğumuz doğrudur ama küllerden doğmayı mitolojiden günümüze getiren bir çok toplumsal çaba ve hareketi görmememizin siyasi körlüğü çok daha büyük bir bataktır.

Slavoj Zizek, henüz 28 Mart 2011’de neoliberalizmin krizde olduğuna değinmişti, Greek Left Review ile yaptığı söyleşide. En büyük hatasını fazla Avrupa-merkezci olması olarak gördüğüm bu değerli filozof, Avrupa’daki neoliberal teknokrat ve radikal dinci akımlara karşı çarenin sosyal mobilizasyon ve Avrupa işçi sınıfının dayanışması olduğunu belirtmişti. Gördüğümüz odur ki, nikotin (daha geniş kapsamı ile uyuşturucu) benzetmesi yaptığım ve kapitalin kuzu postuna bürünmüş hali neoliberalizm, yaptığı bütün sistemsel dönüşüm çabalarına rağmen insanların uyanışlarını ve devrim arayışlarını ötelese bile, asla bitirememektedir. Neoliberalizm, teknolojik anlamda ilerlemiş kapitalizmin manifestosudur; ancak ne üretim ilişkilerinin özü değişmiştir ne de arkasından faşizm ya da totaliter rejimlerin gelme olasılığı ortadan kalkmıştır. Neoliberal, kapitalizmin biçimlerinden birisidir, yalnızca birisidir. Arkasından sosyalist düzene geçmek ve sermayenin kamu yararına kullanılması hem olanaklı hem gerekli hem de uğruna mücade edilesidir. Han’ın bu konuda Marx’a getirdiği eleştiri Marx’ın yaşayan düşüncesine değil, 19. yüzyıl koşulları ile günümüzü kıyasladığı, karşılıksız bir önermedir. Doğru soru şu olurdu: Marx, günümüzde yaşasa bize şu an ne önerirdi? Örgütlenme, neoliberalizm-totalitarizm ilişkisini yakalama konusunda araştırma ve çabalar yoğunlaşırken, yeryüzünde insanların pratiğini görmek, paradigmalarını gözlemlemek ise başlı başına bir umut kaynağıdır.

Kaynaklar

Aydın Çubukçu (2 Kasım 2019). Kolombiya, Bolivya, Şili, Irak, Lübnan: Devrim kendine biçim arıyor. Evrensel Gazetesi. https://www.evrensel.net/haber/390059/kolombiya-bolivya-sili-irak-lubnan-devrim-kendine-bicim-ariyor

Byung-Chul Han (2017). Psychopolitics: Neoliberalism and new technologies of power. Verso Books: London, England.

Emek Erez. (28 Eylül 2019). Neoliberalizm ve yeni iktidar teknikleri. GazeteDuvar. https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2019/09/28/neoliberalizm-ve-yeni-iktidar-teknikleri/

Gazete Karınca. (27 Eylül 2019). Özgürlüğün krizi. Byung-Chul Han. Gazete Karınca. https://gazetekarinca.com/2019/09/ozgurlugun-krizi-byung-chul-han/

Slavoj Zizek. (28 Mart 2011). Neoliberalism is in crisis. Greek Left Review. https://greekleftreview.wordpress.com/2011/03/28/slavoj-zizek-neoliberalism-is-in-crisis/

Gazete Karınca’da 4 Kasım 2019 tarihinde yayınlandı.