‘Öteki’ hakkında

Twitter fazla kullanmıyorum; daha çok takip etmek amacıyla açtığım bir hesabım var. Fena da olmadı zira bir sürü haber ve bilginin kısa başlıklarını izlemek ve bunlara ulaşmak mümkün oluyor. Tabii bu arada sosyal medya kullanımını eleştiren insanların da hakkını vermek gerekebiliyor çünkü kullananların psikolojik durumu, toplumsal şizofreniyi yansıtır seviyelerde seyrediyor.

Levent Gültekin’in Tweet’ine denk geldim milli maç sonrası; İzlanda Ulusal Marşı’nı yuhalayanlarla aynı ülkede yaşamaktan duyduğu utancı dile getirmiş kendisi. Gerçi şaşırtıcı değildi. Daha önce yaşanmış benzeri olaylar vardı milli maçlarda. Haliyle yabancı takımın marşını yuhalamak bir istisna değil, bir gelenek olmuştu adeta.

YouTube’dan ilgili videoyu HD kalitesinde buldum; gür(!) bir biçimde yuhalıyordu seyirciler. Aralıksız yuhalama ve/veya ıslık. Sonrasında ‘şehitler ölmez, vatan bölünmez’ ve Mehter Marşı. Gerçekten böyle. Yani abartmıyorum. Hatta videonun linkini de paylaşayım kaynaklar bölümünde; abartıp abartmadığıma sizler karar verin.

Sonrasında ise Levent Gültekin’in Tweet’ine yapılan yorumlar ile YouTube’daki videoya yapılan yorumlara baktım. Yorumlar beni en az haberin kendisi kadar ilgilendirir hep. Çoğu yorumcu, Levent Gültekin’e ‘futbolcumuza fırça gösterenin vatandaşlığına geçmesi’ (bu arada bir Belçikalı idi bunu yapan, İzlandalı değil) veya benzeri önerilerde(!) bulunmuştu. Bir tane insaflı olan da ‘yapılan yanlış, ama siz de çok çabuk küsüyorsunuz ülkenize’ demişti -kol kırılır, yen içinde kalır misali-. Diğer bazıları ise yabancılara onların dilinde şikayet etmesini salık veriyordu (vatan hainliğine uzanan ithamlar).

YouTube’daki yorumlar ise daha netti: ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz, gavuru s…’ diye yorumlar, ‘köpeklerin (burada İzlandalılar oluyor bu köpekler) marşı olmaz’ diye övenler, ayar verenler vesaire.

Burada, ulusal bağımsızlıktan dem vuran ama ‘öteki’ uluslardan nefret eden, cihan hakimiyeti eksenli, hegemonik ve elinden alınanların (yarat yaratabildiğin kadar nostalji) öfkesi ile adeta histeri nöbeti geçiren, nefretin boyutunu ‘öteki’nin yok olmasına varacak bir düzeye çeken bir öznenin muhteşem(!) ifadesi var. Kendinden başka her ulusu tahkir eden, hayvan yerine koyan, bunun ne olduğunu dahi sorgula(ya)mayan bir toplum nereden gelir, nereye gider? Bu fiilleri yüzlerine söyleyince Skinner’ın davranışçı teorisine taş çıkartırcasına haykıran, bağıran bir protesto durumu söz konusu; rahatsızlığını asla kabul etmek istemeyen ve kendisine rahatsızlığını ifade etmeye çalışanın rahatsız olduğunu derhal ileri sürecek kadar ilerlemiş bir rahatsızlık var ortada. Bu işin toplumsal tarafı.

Bir de toplumu kurgulayanların tarafı var tabi. Maçın birkaç saat öncesinde de Erdoğan, ABD’de, ABD Diyanet Merkezi’nde Ermeniler hakkında konuşurken, “Türkiye’de de aynı şekilde göçmen olarak yaşarlarken zorunlu tehcir yaşandı” dedi şeklinde haberler çıktı. Bunun gerçekten söylendiğini bulma gibi bir kaygım oldu ve görselini bulmak istedim. Kısa bir YouTube araması sonucunda, AK Parti’nin kendi YouTube hesabında haberlere kaynak olan konuşmanın yapıldığı videoyu buldum.

Tam da, örneğin Agos’un haber geçtiği şekilde ifade edilmiş. Videonun linkini de kaynaklara ekliyorum. İfadenin öncesinde de “dünün devleti” deniyor Ermenistan için ki bu da kayda değer (dünkü çocuk, göçmen, işte bir devletleri de oldu bari söylemi). Burada Ermenilerin kadim tarihini, yaşadıkları coğrafyaya yaptıkları katkıları, soykırım sonrası yerleştikleri ülkelerde olan yaşamlarını anlatmaya gerek duymuyorum zira biraz Ermenileri tanıyan kimseler ‘vatan haini’ vb. ucuz söylemlerin ötesine çok rahat geçerler. Konumuz ise toplumun nasıl kurgulandığı.

Öncelikle, üzerinde durmak istediğim şu ki ifadeler sorunlu; birincisi, o sırada Türkiye diye bir devlet ortada yokken ve suçun İttihatçıların üzerinde kalmasına özenle gayret eden Kemalist rejimin bunu o dönemde ve sonrasında en büyük argümanlardan biri olarak dile getirmesine aldırmaksızın, Osmanlı, İttihatçılık ve Türkiye arasında enfes(!) bir bağlantı kuruluyor. Bugün devleti yöneten ülkünün İttihatçılık olduğunu söyleyenlerin, farkında dahi olunmadan (belki de farkında olarak) haklı oldukları samimi bir biçimde ikrar edilmiş oluyor. Devletin kuruluş yıllarındaki ve hala bu konuda hüküm süren paradigması çökertiliyor ve ulus-devlet olma yolunda Osmanlı’nın son dönemi ve cumhuriyetin ilk yıllarında azınlıklara yapılanların aynı zihniyetten kaynaklandığı zımnen kabul ediliyor.

İkincisi, göçmen ile göçebe kelimeleri birbirlerine karıştırılmış gibi görünüyor. İki kere kullanıyor Erdoğan ‘göçmen’ kelimesini ve beni dil sürçmesi yaptığı konusunda şüpheye düşüren nokta da bu. Eğer kastedilen göçmen ise, başka bir yerden savaş vb. bir olay neticesinde gelmiş olmaları gerekirdi Ermenilerin. Böyle bir şey üzerinden Ermeni tehciri anlatılmadığı için ve aslen böyle bir şey olmadığı için yanlış ifade kullanıldığı ve Ermenilerin ‘göçebe’ olduklarını söylemek istediği sonucuna varabiliriz. Ancak bu da sorunlu çünkü göçebe olanı tehcire tabi tutmak da çok anlamlı değil çünkü zaten göçebeler(!).

O halde metin analizi kapsamında olasıdır ki, söylenmek istenen, Ermenileri himaye altında tutan bir yönetimin olduğu, bu yönetimin sığınmacı göçmenleri(!) lütuf göstererek himaye ettiği ve sonrasında da zorunluluktan dolayı(!) tehcirin dayatıldığı. Malum, Ermenilere ulusal bağımsızlık arayışları öncesine kadar ‘millet-i sadıka’ yani sadık millet dendiği övülerek anlatılır ülkede. Sadakat, ülkeye, değerlere değil, Ermeni’nin devlete biatını gösterir oysa. Tepeden bakılan, sığıntı olarak görülen, vergi ödeyen toplulukların sadakatinden bahseden bir söylem ve kaynağı olan bir bakış açısı vardır. Öyle olmasa Varlık Vergisi olur muydu on yıllar sonra?

Bu kapsamda, ataerkil, dediğim dedik bir koca ve kocasına sadık, itaatkar kadın şeklinde kurgulayan bir devlet mantığının mevcudiyetini psikanalitik bir açılımla öne sürebiliriz. Sonra da kadın, sadakatini yitirip aldatır, gözü dışarılara kayar, kendi ayakları üzerinde durmak için çalışmak ve toplumsal kimlik sahibi olmak ister. Ve sürülür. Ve katledilir. Sanırım daha iyi anlaşılıyor bu şekilde analiz edilince. Ve sanırım, toplumumuzda yer etmiş şiddetin kök ve kökenlerini daha iyi görmemize yardımcı oluyor bu benzetmeler.

Bu analizi destekleyen çok taze bir olay yaşandı geçtiğimiz günlerde; İTÜ Rektörü, KKTC Cumhurbaşkanı ile ortak yaptığı basın açıklamasında, açık açık, hiç çekinme gereği duymadan ‘bu bir evlilik ve biz erkek tarafıyız’ dedi. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı da ‘eğer öyle ise siz iç güveyisiniz… Evliliklerde eşitlik olur’ babında tarihi bir ayar çekip üslup konusunda dikkatli olmaya davet etti rektörü.

Burada da aynı ataerkil, gerektiğinde şiddet göstereceğini dolaylı (bazen de dolaysız) olarak ifade eden, otorite sahibi olduğu için kendini diğer kişi ve kurumların üstünde gören bir zihniyet mevcut. Geniş kitlelerin ise bu tarz egemen ve ataerkil otoriteye can-ı gönülden teslimiyeti mevcut; sahibi olamadığı nesnenin sahibi olmayı arzulayan, bir an da olsa böyle hissetmek isteyen kitlelerin psikolojik durumu bu. Milli marş yuhalarken kendini o otorite durumunda gören, ayar çeken, tehdit eden öznenin dramatik ve travmatik durumu diyelim.

Toplumdan bir örnek, siyasi söylemden bir örnek verdim; nacizane, siyasetin toplumu nasıl kurguladığını göstermek içindi bu. Değerli düşünür Althusser’i epey andım bu günlerde. Althusser, ideolojik devlet aygıtları (okul, kilise -ülkede cami olarak alalım-, medya, aile – Ideological State Apparatuses) ile baskıcı devlet aygıtlarını (polis, ordu, cezaevi – Repressive State Apparatuses) birbirinden ayırıyordu. ‘Faşist/faşizan/totaliter yönetimleri, burjuva Avrupa yönetimlerinden ayıran bir husus da bu olsa gerek’ diye düşündüm. Oysa, ilk grupta olan ülkelerde, okulda müdür döver, veliler kışkırtılıp otizimli çocuklar dahi yuhalatılır. Camide resmi ideolojinin imamına karşı çıkan mümin artık münafıktır; cemaate linç ettirilir. Gerektiğinde Feth Suresi okutulur hep bir ağızdan. Ailede dayak eksik olmaz, kadını, çocuğu nasibini alır şiddetten. Medyada bir telefon ile canlı yayında işe son verilir. Kısacası, ideoloji ile yetinilmez, bizzat uygulamalı eğitim verilir! Meclis komisyonlarında, avukatlar hakkında ‘it sürüsü’ diyecek kadar aymaz insanlar yer alır.

Yapmamız gereken, bulunduğumuz her alanda bu ideolojiyi mahkum etmektir. Bu ideoloji ve oluşturduğu şiddet kurumlarına karşı direnişi bireysel ve toplumsal anlamda canlı tutmaktır. Zor ama başka çaremiz yok. Garo Paylan, İçişleri Bakanı’nın ruh sağlığımızı bozduğunu söylerken bunu dile getiriyordu. Tüm yaşanılan travmalara karşın en temel argümanlarımız, bize dayatılanın insana yakışmayan olduğunu vurgulamak, yukarıdaki utanılası şeyleri icra eden veya söyleyenlerin farkındalıklarının bu derece düşük olduğunu anlamak ve anlatmak ve bizi ‘öteki’ olarak görürlerken beslendikleri nefretlerinin kendilerini çürütmekte olduğunu yılmadan dile getirmek olmalıdır.

Bitirirken, 15 Kasım 1937’de Dersim’de idam edilen Seyid Rıza’yı saygıyla anıyorum ve tüm ‘öteki’lere selam ediyorum.

Kaynaklar

15 Kasım 2019’da Gazete Karınca’da yayınlandı.